31 Mart 2018 Cumartesi

Xavi & İniesta Barcelona

Son yıllarda futbolun özellikle fiziksel yönüne öyle çok odaklandık ki artık bu konuda geliştirilecek bir şey kalmadı gibi. Üzerine çalışabileceğimiz bir tek futbol IQ’su kaldı gibi gözüküyor.
Kesinlikle katılıyorum. Yeteneğe odaklanıp oyun zekanızı geliştirmek zorundasınız. Açıkçası bu, tamamiyle antrenörlere bağlı. Ama bugün antrenmanların %60’ı fiziksel çalışmalara, %40’ı teknik antrenmana ayrılmış durumda. Ya da şöyle söyleyeyim, zamanın %0’ı oyunu derinlemesine düşünme ve onun yorumuna ayrılıyor. Futbol sahasına sırf “Hadi! Hadi bakalım!” diye diye kendinizi motive ederek çıkamazsınız. Evet yardımı dokunur ama yetmez. Futbolun geleceğinde zihin, üstüne çalışılması gereken en önemli şey.
Oyunun mental yanı üzerine yapılan çalışmalar nasıl geliştirilebilir?
Futbolda etrafınızda neler olup bittiğini gözlemlemeniz ve olabilecek en iyi çözümü bulmanızı gerekir. Eğer etrafınızdakilerle bağlantı kuramazsanız, hiçbir şey bilemezsiniz ve sahada hiçbir şey yapamazsınız. Futbolu kavramak için bir alan-zaman nosyonu var. Eğer siz bunun farkında değilseniz ve bunun üzerine düşünmüyorsanız, oyun size anlaşılmaz gelir. Bugün futbolda fark yaratan nedir? Yetenek. Peki yetenek nedir? Etrafındakilerin ve kendinin ne yaptığını kontrol edebilmek. Çünkü bu oyunu sadece ayaklarınla değil, kafanla da oynuyorsun. Mesela Usain Bolt’u severim, müthiş bir atlet. Fiziksel açıdan kimse yanına yaklaşamaz. Yani kim ondan daha hızlı koşabilir? Kimse. Ama ona olan tüm bu saygıma rağmen söylüyorum, Usain futbol sahasında asla bir fark yaratamaz.
Neden?
Çünkü yalnızca fiziksel kabiliyetle, mental hız ve oyun zekasını alt edemezsiniz. Bu imkansız. (Kalkıyor ve arkadaşı Matias’ın yanına gidiyor). Eğer sana pas verirsem ve Matias bir alandan diğerine hareketlenirse; sen hamleni yapmadan onun nerede olduğuna bakmak zorundasın. Basit, değil mi? Daha doğru kararlar alabilmek için içinde bulunduğun durumu değerlendirmen ve alanı gözlemlemen gerekir. Kafanı kaldırdığında derin düşünme faslındasındır, nöronlarını aktive edersin. Ama diyelim ki sana pas verip “Topu Matias’a ver, o da sana geri verecek!” desem, artık düşünmezsin. Bir makineden farkın kalmaz.
Bazı antrenman üstatları aynı şeyleri sürekli tekrar etmenin mükemmelliğe ulaştıracağına inanır…
Çok üzücü. Eğer bir antrenör “Xavi, Matias’a pas ver, Matias da Javier’e, Javier Xavi’ye, Xavi tekrar Matias’a” diye komut veriyorsa ve bu böyle on dakika gidiyorsa, amaç ne? Bu neyi geliştirir? Belki pas tekniği, tamam, ama beynimizi ne zaman harekete geçireceğiz? Başlangıç seviyesindeki mekanik fiziksel prensiplerde takılıp kaldık. Antrenman sırasında oyunculardan hiçbir katkısı olmayan 10 metrelik koşular yapmaları isteniyor: ‘Pası verdikten sonra, sprint atmalısın!’ İyi ama nereye? Neden? Koşmak iyi, ama bunu niye yaptığını bilmek daha iyi.
Oyuncular, antrenörlerin onlara neden bu şeyleri yaptırmaya çalıştıklarını, hiç değilse anlamaya mı çalışmalı?
Ben şahsen her zaman bu isteğe sahiptim, hatta buna merak da diyebilirim; sahada neler olup bittiğini anlamayı isterdim. ‘Neden? Nasıl? Nerede?’ Bunlar benim kendime sürekli sorduğum ve antrenör olduğumda da sormaya devam edeceğim sorular. Her birimiz farklı düşüncelere sahibiz, ama sahada ne olup bittiğini hiç anlamayan profesyonel futbolcular da var. Yeteneklerini nasıl geliştirecekleri onlara öğretilmediğinden. Kendilerinde ne olup bittiği hakkında düşünmeyi, hiç öğrenmedikleri için.
Ama Piaget zekanın, daha önce karşılaşmadığımız durumlarda kaldığımızda ne yaptığımız, olduğunu söyler…
Daha güzel ifade edilemezdi. Zeka, daha önce hiç karşılaşmadığın bir duruma uyum sağlayabilme ve buna doğru tepki verme meziyetidir. Daha önce hiç karşılaşmadığın durumlarda ne yapacağını bilmek, safi zekadır. Bu günlük hayat için de doğru, ama futbolda daha da: ‘Bu yeni, bunu bilmiyorum ama ondan kurtulmayı deneyeceğim’ demek. Dani Alves’in Bernabeu’daki maçta sahada, sağ kanatta yaptıkları muazzamdı. Sanki sahanın her yerinde gibiydi. Muhteşem bir oyuncu. Muhteşem. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, ayaklarıyla oynamıyor. Beyniyle yapıyor. Veratti için de aynısı geçerli. Nasıl oynuyor? Nöronlarıyla. Kısa, çok da hızlı değil, ama zeki. Beni bayağı andıran bir oyunu var. Eğer kafasıyla oynamıyor olsaydı, futbol oynayamazdı.
Iniesta’yı La Masia’da ilk gördüğünüzde, herkese ‘Eğer bu çocuk başaramazsa, enayidir’ dediniz mi?
Pekala, Andres’inki özel bir durum. Alışılmadık bir kabiliyeti var, hata yapamaz, bu mümkün değil. Ama Barça’da başka bir ‘Iniesta’ daha vardı. Adını hiç unutmuyorum: Mario Rosas. Onun 15, 16 ya da 17 yaşında nasıl oynadığını görseydiniz ‘A takıma çıktığında Camp Nou yerinden oynayacak’ derdiniz. Messi’yle Laudrup’un karışımı gibiydi, gerçekten. İki ayağını da kullanırdı, adam geçerdi, hırslıydı. Her şeye sahipti, ama kaybolup gitti. Çok şaşırmıştım. Belki yeterince profesyonel değildi ya da sağlam bir mentalitesi yoktu, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ergenlik çağı hayattaki en kritik dönemlerden biridir, kişiliğiniz henüz tamamen vücut bulmamıştır ve hata yapmak çok kolaydır. Zihninizde bir sürü şüphe vardır: ‘Barça için oynayabilecek miyim?’ ‘Birinci lig seviyesine ulaşabilecek miyim?’ ‘ Milli takıma seçilmeyi başarabilecek miyim?’ Bu şüphelerle ancak mental olarak güçlüyseniz ve sizi destekleyen bir aileniz varsa başedebilirsiniz. Ben şanslıydım, ailem her zaman beni korudu. Andres’in ailesi de sahip oldukları tüm o değerleriyle harikadırlar. Ancak sorunlu ebeveynleriyle hayatın kaotik yönlerini tecrübe eden oyuncular da oluyor. Sizi destekleyen ya da danışabileceğiniz birileri yoksa, zor.
Siz kendinize oldukça güvenen birisiniz. Ancak Barça ve İspanya’yla kupalar kazanmaya başlamadan önce, sizinle ilgili birçok şüphe vardı. Kimsenin inanmadığı bir oyuncudan dünya çapında “referans bir oyuncuya” nasıl dönüştünüz?
Şüpheleri yok etmek futbolcunun görevi. Bugün artık bir veteranım, çok daha olgunum ama geriye dönüp baktığımda her zaman “bir sürü şey öğrenmekte” olduğumu fark ediyorum. 2005’te iyileşmeye çalışırken bazı insanlar ‘S.ktir, sakatlığın çok kötü!’ derlerdi. Ben de çoğu kez ‘Hayır, ne diyorsun sen?’ derdim. O sakatlık olmasa, kendime daha iyi bakmam gerektiğini idrak edememiş olurdum. Ondan önce hayatımda hiç spor salonuna gitmemiştim. Kas elastikiyetim yoktu, kaslarım sertti. Dizim bana ‘Seni dangalak, hemen spor salonununa gidiyorsun, yoksa böyle devam edersen çok fazla maça çıkamayacaksın’ diyordu. Benim için bir hayat dersiydi… Puyol, Valdes ve ben kariyerimizin başlarında çok zorlandık. Barcelona’da işler kolay değildi.
Barcelona kariyerimizin başında zorlandık derken neyi kastediyorsunuz?
İnsanlar bana Barcelona’nın kanseri olduğumu, bu kulüp için oynayacak yeteneğim olmadığımı söylerdi. Ben varken Şampiyonlar Ligi’ni asla kazanamayacağımızı konuşuyorlardı. Iniesta ve benim uyumsuz olduğumuzu söylediler. İleri görüşlüler… Iniesta ve Xavi, aynı anda sahada? Rijkaard ve Luis Aragones gelene kadar bu “imkansız” bir şeydi. Rijkaard ve Aragones bizi birlikte oynatan ilk isimlerdi. Bize inandılar. Ve biz de onların yüzünü kara çıkarmadık. Şanslıyız ki kupalar kazandık. O kupalar olmadan bizi yaşatmazlardı. Futbol endüstrisi… Şunu hiç unutmamak lazım; profesyonel olduğun gün ifşa olacaksın. Futbola dair komik bir şey: herkes futboldan anladığını düşünüyor. Futbolu anladığını düşünen bir sürü insan var ama tek yaptıkları eleştirmek ve eleştirmek. İşte bu yüzden net, yalın fikirlere sahip olmak şart.
Maradona’nın sizi futbol üstadı olarak anması gibi yalın fikirlerden mi bahsediyoruz?
Çok acımasız, değil mi? Maradona gibi bir idolden gelmesi. Ama ben bir futbol dahisi değilim. Sadece Crujff okulunun bir öğrencisiyim. Crujff’un tek cümlede özetlediği gibi ‘futbol, zihinle oynanmalı.’ Futbol oynamak için beynimi kullanmak zorundaydım. Ben Mbappe değilim. O nasıl oynuyor? Koşuyor, topu sürüklüyor, adam geçiyor. Bende Mbappe’nin bacakları yok ama beynimi kullanıyorum. Ben de eksiklerimi bu şekilde kapatıyorum. 11 yaşındayken Barça’ya geldim ve ilk günden itibaren yaptığım her şeyi kavramaya istediler. Sahada ne olup bittiğini anlamazsak futbol oynayamayız. Bu oyunda ayakla topun temasından daha derin bir şeyler var. Her düşünce, her soru yeni perspektifler açıyor insana. Bize neden birbirimize boş alan açmamızı söylüyorlar? Ya da oyunu genişletmemizi? Mantık. Hayal edin; top bende ve bir takım arkadaşıma pas vermek istiyorum ama rakip tam aramızda ve topu kapmaya çalışıyor. Eğer takım arkadaşımla benim aramda yeterli alan varsa, rakip hiçbir şey yapamaz. ‘Üzerime gelirse ben de arkadaşıma pas veririm’ diye düşünürüm o an. Sonra bam. Top diğer tarafa gitti bile. Ama eğer bir alana sıkışmışsak, topu kolayca kaybedebiliriz. Bu Crujff’un akordeonudur. Top bizde değilken ne yapmalıyız? İleride basıp alan daraltmalıyız. Neden? Rakibi boğmak için. Alanı ne kadar daraltırsak kalemize ulaşmalarını o kadar güçleştiririz. Futbol neydi? Alan-zaman.
Somut olarak açıklayacak olursanız, oyunu kavramak için ne yapıyorsunuz?
Top bendeyken ne yapmalıyım? Düşünmeye fırsat bulmak için boş alanlar aramalıyım. Peki bu olmuyorsa ne yapmam lazım? Rakibin önünü kesip onun bir çözüm bulmasını engellemeliyim. Eğer doğru yaptıysam, rakip alan-zaman hatasına sürüklenecektir. Topu hareket ettirecek daha az alanı kalacak, yani düşünmek için de daha az zamanı. Bu işin özeti, ama bunu hayata geçirebilmek için birçok detay üzerinde çalışmak zorundasın. Mesela topu taç çizgisinin üstünde alırsam, sahada ne olup bittiğine bakma fırsatı bulabileceğim bir şekilde durmalıyım. Tribünlere bakarsam ya da saha kenarına, neye yarar? Basit ama bunu hala yapan oyuncular görüyorum. ‘Ne yapıyorsun, oyuna sırtını nasıl dönebilirsin?’ Hayır, hayır, hayır. Doğru dürüst bir saha görüşün olmalı. Topla sahayı gözleyebileceğim bir pozisyon alabilirsem, sahadaki her şeyi görürüm. Düşünecek zamanım olur ve sahadaki boşlukları aklıma kaydederim. Mantıklı, değil mi? Yine de bazı oyuncular halen kendilerini zor durumlara sokuyor, köşe gönderinin orada mesela, ne yapıyorsun orada? Kendi etrafında dönmek zorunda kalacaksın, zamanı boş yere harcayacaksın orada. Futbolda vakit nakittir.
Sizce sizin en önemli özelliğiniz nedir?
Herkesin olduğu gibi benim de doğuştan sahip olduğum bazı özelliklerim var. Teknik olarak, kötü değilim. Ama benim en büyük özelliğim, mental hızım. ‘Toros’a bayılırım. Herkes bunu basit bir ısınma antrenmanı olarak görüyor, ama YANLIŞ! Eğlenmek için yapılacak bir şey değil belki, ama öğretici. Teknik açıdan icra hızınız ve oyun görüşünüz için mükemmel bir egzersiz. Sizi sahanın ikinci bölgesinde yapacağınız paslara çalıştırıyor, oyuncunun nerede olduğunu ve kendinizi nasıl konumlandırmanız gerektiğini anlamanızı sağlıyor. ‘Toro’da, sırtınızı başkasına veremezsiniz, olup biten her şeye dair bir izleniminiz olmalı. Böylece diğergamlığa; kendinizden önce başkalarını düşünmeye de çalışmış olursunuz. Bir arkadaşınıza pas verdiğinizde onu zor durumda bırakacağınızı hissediyorsanız, o pası vermeyin. İleriye, ikinci bölgeye doğru başka bir tarafa bakın. Arkadaşlarınızın başını belaya sokmayın, düşünerek oynayın.
Son zamanlarda futbol artık istatistiklerle doldu…
Futbolcuların tüm o GPS’leri vücutlarına taktıklarını görmek beni çok güldürüyor. Çünkü verilere baktıklarında istatistikçiler şöyle diyebilir: ‘100 pastan 80’i isabetli.’ Aa gerçekten mi? Peki bu pasların doğru olduğunu nereden biliyorsunuz? O pasları nasıl saydıklarını biliyor musunuz? Onlar için benim gönderdiğim topu arkadaşım kontrol ettiği an, tamam; pas olarak sayıyorlar. GPS için iyi bir pas. Tamam ama bu arkadaşım topu aldığında tepesinde dört rakip oyuncu var. Demek ki bu, aslında kötü bir pas. Doğru pas; markajdan kurtulmuş, diğer tarafta boşta olan başka bir arkadaşımaydı. GPS bunu belirleyemez. Arkadaşını zora sokacak da olsa bir şekilde toptan kurtulmak yetiyorsa, burada istatistiğin bir yararını göremiyorum. Topu kaybetmemem gerekir ama aynı zamanda takım arkadaşımın da topu kaptırmasından sorumluyum. Büyük takımlarla vasat takımlar arasındaki fark, pas bağlantılarının kalitesinde yatar. Sorun şu ki istatistikler asla bu yetinin, bu kalitenin yerine geçemez. Modric’in PSG karşısında kötü oynadığına inanmanızı istiyorlar. Pardon? Evet, top kayıpları yaptı; ama takımına alan kazandırdı, arkadaşlarını rahatlattı ve PSG’nin canını sıktı. O maçtaki katkısı sayılarla ölçülemez. Eğer topu kaybetmek istemiyorsanız, Modric ya da Iniesta gibi yapın: topu ayağınızda tutun, alan yaratın ve boştaki oyuncunun nerede olduğuna bakın. Her zaman boşta biri vardır. Her zaman. Neden biliyor musunuz? Çünkü her zaman kaleciye pas imkanınız var. Maç başlarken onbire onbiriz; ama top sizdeyken topu almak isteyen 10 kişi var, 11 değil. Bu yüzden her zaman boşta bir adam kalır. Aksini söyleyen yalan söylüyordur. Son zamanlarda insanlar City’i izlerken kendilerinden geçiyorlar. ‘Aman Tanrım, gerçekten çok iyi oynuyorlar’ falan diyorlar. Çok iyi oynuyorlar çünkü Guardiola tüm vaktini her şeyin daha iyi olması için oyuncularına yeni yöntemler aramakla geçiriyor.
Diğer bazı antrenörler de günlerini oyuncuları için çözümler bulmakla geçiriyorlar, ama onlara defans yaptırarak…
Çoğunluk, evet. Hücum ya da defans fark etmez, herkes boştaki adamı arıyor; ama başka sebeplerle. Guardiola oyuncularının rakip kaleye akması için çözüm bulmak istiyor. Diğerleri, rakibin gelmesini engellemek için yollar arıyor. Simeone bunu oldukça iyi yapıyor mesela.
Siz hücum futbolunun ustası olarak görülüyorsunuz. Size göre defansif futbolu, hücum futbolu gibi methedebilir miyiz?
Savunmak da bir sanat olabilir, tıpkı hücum gibi. Bu doğru ve buna saygı duyuyorum. Benim en büyük üzüntüm şu; futbolun defansif ve fiziksel yanı, teknik ve hücumsal becerinin yerini aldı. Bu gidişle futbol izlerken hepimiz sıkılacağız.
Fakat bazı insanlar da Barça’yı izlerken sıkılıyor, farkında mısınız?
İnanılır gibi değil! Hangi takım sıkıcı? Barça mı, rakipleri mi? Bazen şöyle şeyler duyuyorum: ‘Barça yeterince tehditkar değil.’ İyi de 11 oyuncu da kalenin önündeyken nasıl olsun? İmkansız. Oyunu kendi sahasında kabullenen takım, sahaya oynamaya değil oynatmamaya çıkıyor. Rakipler zaman geçirirken ya da baskıyı kırmak için topu tribünlere yollarken sıkıcı değil mi? Tamamen savunma yapan takımlara karşı oynarken kendi kendime ‘Ama nasıl boşluk bulacağım? Hiç yok ki,’ diye konuşurdum. Ama aslında her zaman bir boşluk vardır. Topu bir taraftan diğerine tekrar tekrar ve tekrar dolaştırmalısınız; işte orada, boş bir alan var. Hayatımı boşluk arayarak ve bularak geçirdim. Boş alan nerede? Nasıl yaratabilirim? Kafamı her yöne döndürüyordum, bu yüzden lakabım “üfürükçünün kızı” (The Exorcist’s daughter) diye kaldı. Kafamı o kız gibi 360 derece döndüremiyorum ama maç içinde 500’den fazla kez döndürdüğüm olmuştur.
Norveç’li araştırmacılara göre saniyede 0.8 adet bilgi üretiyormuşsunuz. Neden bu kadar sık?
Beynim bir işlemci gibi çalışıyor: verileri ve bilgileri depoluyor. Başımı sürekli çevirmemin de buna katkısı var. Ama asıl önemli olan, alan-zamanı yönetmeme imkan sağlaması. Şunu düşünürüm: Takım arkadaşım markajda, o zaman kafamı çevirip başka bir çözüm bulmalıyım. Arkamdaki rakip kendi kendine ‘Ondan topu kapacağım, sırtı dönük, beni görmüyor,’ diye düşünür. Fakat gördüm. Tıpkı takım arkadaşımı marke eden oyuncunun eş zamanlı olarak arkadaşıyla bana yaklaştığını gördüğüm gibi. Onlar bana ulaşmadan markajdan kurtulmuş aynı takım arkadaşıma pas verdim. Birkaç saniyede sorunun çözümünü ve boş alanı buldum. Bugün Messi’nin yaptığı nedir? Messi neden mukayese kabul etmez? Çünkü onda tüm bu özellikler var. Öylesine paslar vermiyor. Topu ayağından gelişigüzel çıkarmıyor. Hayır, Messi savunmacıları kendine çekiyor ve sonra bam, boştaki arkadaşına pas veriyor. O sırada ben de ‘ Vay anasını, dört kişiyi çalımladı ve arkadaşları için alan açtı. O çok güçlü,’ diye düşünüyorum.
Herkes Messi’yle aynı takımda olma şansına sahip olmuyor…
Herkes Barça için de oynamıyor. Barcelona diğer takımlardan oldukça farklı bir oyun oynuyor, çünkü biz düşünmeyi öğreniyoruz. Milli takıma gittiğimde diğer takımlardan gelen oyuncular aynı şekilde oynayamıyordu. Futbola bizimle aynı yerden bakmıyorlardı. Barça’yla sözleşme imzalayan yeni transferlerde de aynısı olurdu. Abidal’i ilk gördüğümde, yıkılmıştım.
Facia mıydı?
Hayır, o kadar değil, ama Barça seviyesinde değildi. Fakat sonra oyun hakkında düşünmeye, gözlem yapmaya, sorular sormaya ve cevaplar bulmaya başladı. Bu denli hızlı adapte olabilme becerisi, dünyanın en iyi savunmacısı olmasını sağladı. En azından benim gözümde. İnanılmazdı. Abidal bize şunu gösteriyor: biraz teşvik, oyun üzerine derin düşünme ve sabırla, herkes daha akıllıca oynayabilir.
Yaratıcılığı uyandırmak bu kadar basitse neden yapamıyoruz?
Çünkü bunun imkansız olduğunu inanmaya yatkınız. Eğer antrenör olursam, ki arzum budur, takımımın topa sahip olmasını isterim. Ben sahada ne zaman sakinim? Top takımımdayken. Antrenörken de böyle olacak. Crujff ne demişti? ‘Sadece bir top var.’ Haklı; eğer top bendeyse defans yapmama ihtiyaç bile kalmaz, topun peşinde koşmak zorunda kalan diğerleri olur. Eğer topu kaparlarsa süratle geri kazanmak zorundayım. Ben topa sahip olmada %99’luk oranı yakalamak isterim, hatta mümkünse %100. Oyuncuları kamçılayan ve teşvik eden, toptur. Futbolda, ya da herhangi bir olayda, iki tarz antrenör vardır: onunla ne yapacağını bilmediğinden topa sahip olmaktan korkanlar ve onsuz ne yapacağını bilmediği için topa sahip olamamaktan korkanlar. İkisi de zeka gerektiren farklı düşünme şekilleri. Fakat lütfen, bana topu verin.
Topa sahip olmamak sizin için gerçekten bu kadar zor mu?
Top olmadan oyundan haz duyamayacağımdan korkarım. Hazzın ne anlama geldiğini bilmek için Iniesta ile oynamalısınız. Bunu anlamak için Messi’yle pas alışverişi yapmış olmalısınız. ‘Bam, bam, bam.’ Ve Leo, Iniesta gelir. Sonra Busquets de oradadır. Art arda altı yedi pas yaparız. Hücum için bile değil. Saf haz için.
Messi ve Iniesta, birbirlerine iki metre uzaklıktayken bile, halen bu ‘bir-ki’ pasları yapmaya devam ediyor. Hazzın haricinde, somut olarak, bu ne için?
Rakibi üzerine çekmek için. Takım arkadaşlarıma şöyle derim: ‘Hadi şu tarafa gidelim, sen ve ben.’ ‘Bam, bam, bam.’ 2-0 önde olsak bile bunu yapmak isteriz.
O zaman, bir bakıma rakiplerinizi aşağılamak istiyorsunuz.
Hayır, hiç de değil. Eğer bu kısa pasları yapmaya başlamışsak, bunu yapacak alanımız olduğu için. Ve boş alan varsa rakip bizi geride bekliyor demektir. Top içgüdüsel olarak bütün oyuncuları çeker, topa sahip olmayı seven bir takım olsun ya da olmasın. Eğer kaybediyorlarsa daha da. Bir “geri dönüş” yapabilmek için topu kapmaları gerekecek, bir yerden sonra bizi durdurmaya gelecekler. Topu onlara veremeyiz. Onlar sahada ne görüyor? İki oyuncu, marke halde paslaşıyorlar. Mesela diyelim ki yenik durumdayız, Messi bir boşluk bulmaya bakar, rakip oyuncuları üstüne çeker ki pas verebileceği bir arkadaşı boşa çıkabilsin.
Yani mekanik bir şeyler var.
Aynı şeyleri tekrar etmek, yalnızca bunu niye yaptığınızı anlıyorsanız iyidir. Tüm hayatımı geriden top alıp etrafımda döndükten sonra rakibin nerede olduğuna bakarak geçirdim. Beynim bana ‘Burada, 3 tane var, orada. İki tane var. Peki, diğer tarafa pas vereceğim,’ der. Bazen televizyonda maç izlerken ‘Yok, kötü hücum ediyorlar,’ diyorum. Çoğu zaman, sahada rakibin kalabalık olduğu alandan hücum etmeye çalışıyorlar. Ama niye? Rakip eğer sayı olarak sizden üstünse iyi hücum edemezsiniz. Ben Alves ve Messi’yle oynarken çoğunlukla üçe bir hücum ederdik, iyi. Üçe iki, tamam. Üçe üç. En fazla buydu. Rakip sayısal olarak sizden üstünse, oyunu zaman ve alan bulabileceğiniz yere kaydırmanız gerekir.
Televizyondan maç izlerken, farklı kamera açılarına rağmen, alan-zaman nosyonunu ayırt edebiliyor musunuz?
Bir maçı oldukça konsantre şekilde izlerim. Maç sırasında bir arkadaşım benimle konuşuyorsa ‘Şişt, anlamaya çalışıyorum!’ diye uyarırım. Futbol maçı izlemek benim için film izlemek gibi. Eğer dikkatimi dağıtırsanız oyuncular arasındaki diyalogdan hiçbir şey anlayamam. O yüzden oyun durduğu zaman konuşalım. Karım da maç izlerken böyle yapar: ‘Xavi, ben bunu bilmiyorum.’ Maçta gördüklerime o kadar dalmışımdır ki cevap vermem. Düşünmek, futbolda sahip olduğum her şey. Ben Messi değilim; o dört adamı çalımlayıp geçer. Ben yapamam.
Belki de nasıl yapılacağını size öğretmediler.
Bu öğrenilebilecek bir şey değil. Benim gibi ne hızlı ne becerikliyseniz bu açığınızı başka niteliklerinizle kapatmanız gerekiyor. Çevre kontrolünde evet, rakibi sahadan silebilirim ama aksi halde, beni hiç bacak günlerinde ortalıkta gördünüz mü? Asla.
Neden?
Rahat edemiyorum. Bu ben değilim. Onu yaparken iyi hissetmiyorum. Kendimi sahada sayısal üstünlük yaratırken rahat hissediyorum. Bana topu verin, onu kaybetmem. Çünkü düşünüyorum. Çünkü izliyorum. Çünkü hayatım boyunca, bunun üzerine çalıştım. Çünkü, derinlerde nöronlarımın içinde bu yazılı.
La Masia’da ve televizyonda maç izlerken öğrendiklerinizin dışında, ayrıca mantar toplamayı ve langırt oynamayı seviyormuşsunuz. Bu aktivitelerin de size yardımı dokunuyor mu?
Her zaman yaptığım bazı şeylerim var, takıntı gibi. Bu odaya girdiğimde de sandalyelerin nasıl olduğunu, masaların nerede durduğunu analiz ettim. Her zaman odanın tümünü görebileceğim bir yerde oturmak isterim. Bu bir refleks, sürekli yapıyorum. Çünkü kontrol etmeyi seviyorum. Sürprizlerden hoşlanmam mesela, ne olacağını bilmek isterim. Günlük bazda bile bir organizasyon kabiliyetim var. Hatırlatıcıya gerek olmadan saati saatine ne yapmam gerektiğini bilirim. Beynim benim ajandam.
Tetriste de bayağı iyi gözüküyorsun, yanılıyor muyum?
Şaka mı yapıyorsun? Şampiyondum. Çok hızlı inen parçaları hatırlıyor musun? İşte o bendim. Game Boy’da başka bir şey oynamazdım. Hiçbir şey yapamayacağın bir oyun: parçaları düzgün şekilde oturtmalısın, gelecek olanları sezmelisin. Bilişsel yetilerini uyandıran bir yap-boz oyunu. Bazen oynayamıyorsun; küçük bir boş alanın oluyor, onunla ne yapacağını bilmen lazım; gelecek parçayı tahmin et, onu sürüklemek için doğru zamanı ve doğru yeri falan seç. Alan-zaman, aynı futbol gibi. Tetris oynayan herkes ne dediğimi anlayacaktır. Büyük bir parça gelirse tam otursun diye ona göre bir blok inşa edip boşluk bırakıyorsunuz. Bu, ikinci adım hakkında önden düşünmektir. Tetristeki hazırlık futboldakinin aynısı, aslolan bu.

Hiç yorum yok: