16 Mart 2010 Salı

Simon Kuper'in Kaleminden Guus Hiddink

Guus Hiddink’in Marmara kıyısındaki yüzme havuzlu ve tenis kortlu evine taşınmasının üzerinden 20 yıl geçti. Hollandalı teknik adam, biyografisini kaleme alan Frans van den Nieuwenhof’a, o günleri anarken ‘’Alışmanın zaman aldığını söylemeliyim’’ demişti.‘’Muhteşemdi, dört adayı gören bir manzaram vardı. Ama yalnızdım.’’ Karısı ve çocukları, ölmek üzere olan köpekleriyle son ayları beraber geçirmek üzere Hollanda’da kalmıştı. ‘’İstanbul’da birçok yalnız akşam yaşadım’’ diyordu Hiddink. ‘’Havuz ya da lüks mutfaklar benim için fark etmiyordu.’’ Akşamları Fenerbahçe’nin eski futbolcularıyla gece saat 1’e kadar devam eden halı saha maçlarında geçiriyordu. ‘’Fantastikti. Eski futbolcular ve başkandan bahçıvanla mutfak görevlisine kadar herkes oynuyordu. Türkler birbirlerine dostça davranıyordu. Her şeye rağmen orada güzel vakit geçirdim.’’Şimdi geri döndü. Bu, 63 yaşındaki teknik adamın muhtemelen son işi olacak. Dünyanın her tarafından yağan ve Liverpool ile Juventus’u da içerdiği söylenen teklifler arasından Türkiye’yi seçti. Sebebi kısmen hem onun, hem de kız arkadaşının güzel şehirlere bayılması. Marjinal futbol ülkelerini dönüştürmek onun uzmanlık alanı ve dünyadaki tüm marjinal futbol ülkelerinin arasında Hiddink, muhtemelen potansiyeli en yüksek ülke olarak Türkiye’yi düşünüyor.Hiddink, II. Dünya Savaşı’ndaki Direniş Hareketi’nde kahramanlık göstermiş, öğretmen bir babanın altı oğlundan biriydi. İkisi daha sonra profesyonel futbolculuğu seçen erkek çocuklarla büyümek, onu sporcular arasında geçecek uzun bir yaşama hazırladı. ‘’Paylaşmayı, dinlemeyi ve iletişim kurmayı böyle öğrendim’’ diyor. Hiddink’in doğuştan gelen arkadaşça tavırları var. Sizi kutlarken omuzlarınızdan sararak kutluyor, hem anlatmaya hem de başkalarının öykülerini dinlemeye heves duyuyor. Erkekler arasında sağlam ve huzur verici bir tavır sergilese de, kadınları daha egoztik buluyor (Güney Kore’yi çalıştırırken, sevgilisi ile beraber yaşaması birçok Koreli için aşırıya kaçmaktı.)Hollandalı, inek sağarak, iki atın arkasında çift sürerek ve nihayetinde bir çiftçi olma hayali kurarak büyüdü. Ama Hollanda tarımı can çekişiyordu, o da teknik direktör oldu. Henüz 19 yaşındayken yaşadığı Arcterhoek kasabasının yarı profesyonel kulübü De Graafschap’ta teknik asistanlık işi aldı. Babası da orada oynamıştı. Bir yandan da öğrenme güçlüğü çeken çocuklara jimnastik dersi vererek para kazanıyordu. Sonra alışılmadık bir kariyer adamı atarak teknik adamlıktan oyunculuğa geçti. Takımın teknik direktörü, genç asistanındaki yeteneği görmüştü. Böylece yakışıklı, yuvarlak yüzlü, dalgalı saçlı oyun kurucunun 16 yıllık kariyeri başladı. ‘’Topu nereye isterseniz, oraya atardım’’ diyordu Hiddink.Ama maalesef tembeldi ve ayakları üst düzey futbol için çok yavaştı. Bu yüzden, Hollanda’nın en büyük kulüplerinden PSV Eindhoven’a transferi gerçekleşse de kısa sürdü. De Graafschap onu geri getirmek isteyince, maliyeti karşılamak için taraftarlar arasında ‘’Guus için bir onluk’’ adında bir kampanya başladı. Takımın futbol sahasının girişindeki süt kovalarını yeterince on gulden doldurunca transfer parası da çıktı. Ama sonraları Hiddink, ne zaman kötü oynasa, ‘’Onluğumuzu geri ver’’ diye tezahüratlar yapılacaktı.Hiddink’in harika bir futbolculuk kariyeri olmadı; fakat total futbolun altın çağında hazır bulundu. Onun jenerasyonundaki Hollandalı oyuncular (kendilerini ifade etmekte başarılı, büyük kişilerdi) iki Dünya Kupası Finali oynadı. Herhangi bir ufak ülkenin ulaştığı en görkemli futbol devri olan bu günler, Hiddink’i de şekillendirdi. Pragmatik biri olmasına rağmen her zaman Felemenk usulüne inancını korudu: Düşünen oyuncular, organizasyon ve atak. 1984’te PSV Eindhoven’da teknik direktör yardımcılığına başladı. Bu işi, başındaki teknik adamın kovulması için üç yıl bekledikten sonra ancak almıştı. Ertesi yıl taşra kulübüne UEFA’yı kazandırdı. O zamanlar heybetli bir bıyık bırakan Hiddink’in statüsü çoğu oyuncunun gerisindeydi. Ama kendi ifadesiyle, ‘’küçük bir ego sahip’’ akıllı bir adam olduğu için bunu sorun etmedi.Yıldız oyuncularıyla sigara içti, şakalaştı ve bir ağabey misali onların sorunlarını dinledi. Hollanda usulüne uygun olarak Hiddink, oyuncunun gücüne saygı duyuyordu. Bu düsturuyla gittiği her yerde, insanların ona saygı duymadığı zamanlarda bile kazandı. 2008 yazında Rusya’yı Avrupa Kupası Yarı Finali’ne çıkarttığında, takımı Rusya, bağımsızlığını kazandığından beri en iyi futbolunu oynuyordu. 2006 Dünya Kupası’nda çalıştırdığı Avustralya ile 2002 Dünya Kupası’nda yönettiği Güney Kore, tarihlerinin en üst düzey futboluna onunla ulaştı. Hollanda’da yönettiği PSV Eindhoven’la altı lig şampiyonluğu, bir de UEFA Kupası kazandı. Kısacası Hiddink bilen bir adam. Bu bildiği her neyse, onu bu yolu yürürken öğrendi. Üstelik teknik adamlık kariyerinin ilk yıllarında Türkiye ve İspanya’da 1996 Avrupa Kupası’nda ise Hollanda’nın başında (o dönem zor oyuncu Edgar Davids’le utandırıcı bir tartışma yaşamıştı) başarısızlığı da tattı.Milyoner futbolcuların küresel yıldız olduğu modern futbolda, Hiddink bir teknik adamın otoriter bir diktatör gibi davranamayacağını çabuk fark etmişti. Kendini Hollandaca, İspanyolca ve İngilizce de rahatlıkla ifade edebilen Hiddink, oyuncularını nasıl mutlu ve bir bütünün parçası kılacağını biliyordu. PSV’nin 1990’ların başındaki en büyük yıldızı Romario, onun için iyi bir deneyimdi. PSV’li bazı oyuncular, zamparalığa ve uykuya düşkün Brezilyalının takımın bütünü için çok çalışmadığından yakınıyorlardı.Hiddink, Romario’yu –onun da isteğiyle- onu suçlayanların karşı tarafta yer aldığı dörde dört bir maçta oynattı. Üzerinden çok da zaman geçmemiş olan karlı bir Amsterdam akşamında yemek yerken, ‘’Dörde dörtte saklanamazsınız’’ demişti. Romario defansa geçti; takımının kazandığı maçta sert ve yıpratıcı bir oyun çıkarttı. Sonra da az çalışma meselesinin kapandığını gördü. Hiddink daha sonra şöyle diyecekti: ‘’Dışarıdan konuşanlar, ‘Takımınıza zor tipler koymayın, bela çıkartırlar’ der. Bence onlara ihtiyaç vardır. Onlar gibiler sürekli daha fazlasını ister. En üst seviyede ne gerektiğini içgüdüsel olarak bilirler. Üstelik bir teknik adam da diğerlerini uyanık tutmak için, bu tiplerle çok kolay çatışma üretebilirler.’’

1995’te Hollanda’nın başına geçti. Bu, üst düzey bir isim için bile bir grup dinamiği sayılabilirdi. Siyah oyuncular, onun yalnızca beyaz oyuncularla konuşmasından şikâyetçiydi. 1996 Avrupa Kupası’nda, bir fotoğrafçı Hollanda takımının öğle yemeğindeki ilginç bir karesini yakaladı: Bütün siyahlar bir masada, beyazlar öbüründeydi. Turnuva devam ederken, siyah oyuncu Edgar Davids televizyona Hiddink’in ‘’kafasını diğer oyuncuların kıçından kaldırması’’ gerektiğini söyledi. Teknik adam da onu evine yolladı. Yetenekli Hollanda takımıysa turnuvaya erken veda etti.Bu olay, Hiddink’e bir teknik direktörün takımın yaşamının her anını takip etmesi gerektiğini öğretti. Örneğin; siyahlar, aşçıların Hollanda Karayipleri yemeklerinden hiç pişirmediği şikâyetinde bulunmuştu. 1996’dan sonra pişirdiler. Takımdaki hiyerarşik meseleler hakkında çok dikkatli olmak gerektiğini de öğrenmişti. 1998 Dünya Kupası öncesinde doğal bir diplomat olan melez Frank Rijkaard’ı asistanlığına getirdi. Her yemekte siyah ve beyazların beraber oturmasını sağlayacak masa planları hazırladı. Oyuncularına bir davranış kuralları belgesi imzalattı. Davids’i de turnuvaya çağırdı. ‘’Bir teknik adam asla inatçı olmamalıdır’’ diyordu. Davids, o turnuvadaki muhteşem Hollanda takımının içinde çok iyi oynadı. Oyuncular o kadar iyi geçiniyordu ki, Hiddink herkesi tetikte tutmak için gerginlikler icat ediyordu: Örneğin golcü Jimmy Floyd Hasselbaink öğle yemeğine başında bir beyzbol kepiyle indiğinde, o kepi kafasına vurarak çıkarttı.Hollanda’nın mutlu takımı, Kupa’da yarı finale kadar yükseldi. Turnuvadan kısa bir süre sonra, hırsının azaldığını kendisi de kabul ediyordu. Hiçbir zaman çalışma delisi olmayan köylü çocuk kendini ispatlamıştı. Golfe merak sardı, futbol giderek bir hobi hâline geliyordu. Ara vermişti ama 2001’de 18 ay sonra Dünya Kupası’nı organize edecek Güney Kore’nin hocası olarak ortaya çıktı. Kore bu turnuvada daha önce birkaç defa oynamış ama hiç maç kazanamamıştı. Kore’deki işi, her şeyden önce psikolojikti. O günlerde Kore Futbolu’nda, bir oyuncu ne kadar yaşlıysa konumu o kadar yüksekti. Yemeklerde önce yaşlılar oturuyor, gençler bekliyordu. Hollandalı futbolcuların çok konuşmasına rağmen, Koreliler suskundu. ‘’Belki dalkavukluk denemez ama’’ diye açıklamıştı bana Hiddink bir defasında, ‘’şöyle bir durumları vardı: ‘kumandan söylesin, onu kabul ederiz.’ Yani takımı gerçekten olgunlaştırmak için bir adım daha atmak zorunda kalıyorsunuz. Kenarda otururken, gücüm birkaç değişiklikle ve devre arasında bir şeyler yapmakla sınırlı. Bu yüzden takımı çekip çevirecek oyunculara ihtiyacınız var.

Sonraları Avustralya ve Rusya’yla yaşananlar da aynıydı: ‘’Hiddink, kendi gücünü bilen, düşünen Hollandalı oyuncular istiyordu. Maç sırasında orta sahaya çıkması gerektiğini gören santrhaf, birkaç metre geri koşmayı akıl eden bir golcü… Merak uyandıran hakem kararlarının da yardımıyla Hiddink, Kore’yi Yarı Final’e çıkardı. Sonrasında ülkenin başkanlığına adaylığını koymasını teklif edenler oldu. Korece yayımlanan otobiyografisi, piyasada 16 ayrı Hiddink biyografisi bulunmasına rağmen yarım milyon sattı. Koreliler, Hiddink’in memleketine akın etti.2006 Dünya Kupası öncesinde Hollandalıya teklif yarışını Avustralya kazandı. Hâlihazırda PSV’yi çalıştırıyordu, ama bu bir problem yaratmadı. Sıkıcı idmanları ve bazen maçları asistanlarına teslim etmekten hep memnuniyet duyan Hiddink, iki takımı da part-time çalıştırmaya başladı. Bir teknik adamın birbirinden bu kadar uzak iki takımı aynı anda yönettiği görülmemiştir. Avustralya’yı çalıştırmak Hiddink’i alıştığı futbol sirkinden uzaklaşmak anlamına geliyordu. Hollanda’da takımı kampa alındığında onu sadece vatandaşı birkaç gazeteciyle sırt çantalı birkaç gezgin takip ediyordu. Avustralyalı gazetecilerse hiç görünmüyordu. Hiddink, Avustralya’daki spor kültürüne hayran olmakla beraber, onların tarzına eleştirel yaklaşıyordu. Yeni takımıyla ilk idmanına çıktıktan yarım saat sonra oyuncularını durdurdu. Çünkü oyuncular, birbirlerine sürekli, ‘’Hadi Emmo’’, ‘’Tut topu Johnno’’, ‘’Haydi haydi’’ diye bağırıp duruyorlardı. ‘’S..tirler’’ havada uçuşuyordu.Hiddink onlardan sadece bir takım arkadaşları zora girdiğinde ve yönlendirmeye ihtiyacı olduğunda bağırmalarını istedi. Bu herkesin oyun görüşünü geliştirecekti. İdmanın devamında neredeyse hiç ses çıkmadı. Teknik adam, Hollandalı gazetecilere daha sonra şunları anlatacaktı: ‘’Sarf edilen emekle oyun zekâsı arasında hiç denge yok. Avustralya’da insanlar hep güçlerinin tamamını sergiliyor; ama maalesef bazen taktik disiplin atlanıyor.’’ Kimi zaman yapılandan daha azını yapmayı öğrenmeniz gerekir. Avustralyalılar top neredeyse oraya koşuyorlardı. Hiddink futbolcularına belli bölgelere koşmayı yasakladı. Bana, ‘’adanmışlığınız çok yüksekse, stratejik bakışı çoğu zaman kaybedersiniz’’ demişti. Ona göre; doğru şeyi yapmak, her zaman çok şey yapmaktan daha iyiydi. Güney Kore gibi, Avustralya’da Dünya Kupası’nda daha önce hiç maç kazanamamıştı. Hiddink onları ikinci tura çıkarttı. Çeyrek finale giden maçta İtalya’ya ancak son dakika penaltısıyla kaybettiler.

2006’dan sonra Hiddink, dünyadaki her teknik direktörlük işini seçebilirdi. Ama bir kulüp takımı istemedi. Rus Oligark Roman Abramovic’in Chelseasi’ni bile. En büyük ve en kazançlı işi, yani İngiltere Milli Takımı’nı çalıştırmayı da seçmedi. Herhangi bir İngiliz adaydan daha iyi bir CV’si, herhangi bir yabancıdan da daha iyi bir İngilizcesi vardı. Multimilyoner, yorgun futbolcular ve zor karakterlerle baş etmek için psikolojik deneyimi de bulunuyordu. Golcü Wayne Rooney, onun için çocuk oyuncağıydı. Ne var ki, çoğumuz gibi, onun da İngiltere’nin saldırgan tabloid gazetelerinin deşmesini istemediği bir aile problemi bulunuyordu. Bu yüzden vazgeçti.Abramovic, bu kozmopolit dostuyla buluşup kahve içmek için Eindhoven’a uçma alışkanlığı geliştirmişti. Hiddink, gerçekte onun kişisel futbol danışmanı hâline gelmişti. Abramovic, onu sonunda Rusya’nın başına geçmeye ikna etti. Görevi sadece bir takımı yönetmek değil, Rus futbolunu, özellikle de genç takımları yeniden organize etmekti. Rusya, bu şekilde potansiyeli kullanabilecekti. Hiddink, Hollanda geleneğine uyarak, genç futbolcuları takıma çağırdı. Güney Kore’de gözlemlediği sorunların benzeri burada da yaşanıyordu. Futbolcular, Sovyetler Birliği’nin ‘’ben sadece burada çalışırım’’ mantığına uygun davranıyor, risk almıyordu.Jiplerini çalan mafyadan korktukları gibi hocalarından da geleneksel olarak korkuyorlardı. Kimsenin kendilerine bağırmasını istemediklerinden, hata yapmamak için ya yana ya da arkaya, birbirlerinin ayağına pas atıyorlardı. Sahada ‘’zaorganizovonnost’’ yani aşırı organizasyon vardı. Hiddink futbolcularından kendileri adına düşünmelerini, daha renkli paslar atmalarını ve onlara söylenmeden yeni pozisyonlar almalarını istedi. Paslar ileriye gitmeye başladı. Hollandalı teknik adam, gergin oyuncuları için yeni bir çalışma rutini de geliştirdi. Herkes bir topu yere düşürmeden dengede tutmak zorundaydı. Düşüren sırtına topu yiyordu. Oyuncular gülmeye başladı. ‘’Football Dynamo: Modern Russia and the People’s Game’’ isimli kitabın yazarı Mare Bennets, ‘’Sanki Marksizim-Leninizm’i onların içinden çıkardı’’ diyor.
Hiddink, adeti olduğu üzere, oyuncularını motive etmek için hiyerarşiyi sarstı. Oyuncuların daha fazla çalışmasını da sağladı. Çünkü yeterince sağlam değillerdi. Kısacası, en iyi Batı ülkelerinden en modern metotları Rusya’ya sundu. Rusya’nın geleneksel defans oyunu, Felemenk usulüne dönmeye başladı; bununla beraber çalıştırdığı Rusya hep kazanmıyordu. Ama Wembley’de İngiltere’ye 3-0 mağlup olduklarında Abramovic’ten bir mesaj aldı. Oligark, takımın oyununu hiç bu kadar beğenmediğini söylüyordu. Rusların oyunu gelişiyordu. 2008’deki Avrupa Kupası Çeyrek Finali’nde Rusya’nın Hiddink’in memleketi Hollanda’yı 4-1’le devirmesi, daha önce hiç rastlanmayan bir şeyin görülmesini sağladı: Rus futbolcular, eğleniyordu. Maç sonrasında yıldız golcü Andrei Arshavin, ‘’bilge bir Hollandalı’’ hakkında bir şeyler mırıldandı ve ağlamaya başladı.Rusya, eğlenerek oynama konusunda örnek olaydır. Bu durum oyuncusuna inanan Hiddink’in, onlara hata yapma fırsatı vermesinden, bir anlamda kendilerini ifade etme özgürlüğü vermesinden kaynaklanıyor. Teknik adam, bana bir defasında PSV’nin İsviçreli genç umudu Johan Vonlanthen’i anlatmıştı. Futbolcu kazanmak konusunda o kadar takıntılıydı ki, idmanlarda bile aşırı konsantre oluyordu. Hiddink ise, futbolcusuna ‘’Binlerce hata yapmana izin veririm ama senin sahada güldüğünü görmek istiyorum’’ demişti. Hiddink hatadan fazlasına da izin veriyor ama bazen oyunculara bunu anlatmak zor. Fenerbahçe’de görev yaptığı dönemdeki futbol anlayışını, ‘’Hoca’ya karşı çıkmaya izin verilmezdi’’ diye anlatıyor. ‘’İdmanda maça katılırsam, bir oyuncunun bana vurmasına ses çıkarmazdım. Ama ilk haftalarda etrafım hep boş oluyordu, çünkü herkes metrelerce ötemde oynuyordu. Sonunda biri beni tekmelemeye cesaret etti ve hemen kıpkırmızı oldu.’’
Futbolda kötü günler de yaşanır. O günlerden çıkışın yöntemi, en azından berbat durumda olmamaktır, bazen vasatla da idare edilebilir. Hiddink’in ‘’alt sınır’’ diye ifade ettiği bu çıta, yine de yeterince yüksekte. Kendisi şöyle açıklıyor: ‘’Hiçbir şey yolunda gitmediğinde, zorlamaya devam edersiniz. Böyle zorlamak sizi kesinlikle daha kötü bir duruma sokar. Futboldaki en zor şey, işte bu kendine hâkim olma gücüdür.’’ Buna kendisinin ihtiyaç duyduğu dönemler de yaşadı, ama aşmanın yollarını arayıp buldu.Agresif futbol basınını ilk defa Türkiye’de görmüştü. Teknik adam, Türkiye’yi anarken bir fotoğrafçının, güzel bir dansözle müstehcen bir fotoğrafını çekerek kendisine komplo kurduğunu hatırlıyor. Türkiye deneyiminden ve daha önceki İspanya günlerinden gazetelere aldırış etmemeyi öğrendi. Bu düstur o günden beri yoluna ışık tutuyor. Yeni Hiddink eleştirilerle sarsılmıyor. İç huzuru var. Menajeri Cees van Nieuwenhuizen, ‘’Türkler, Guus’u ayartmak için çok uğraştı’’ diyor. Hiddink, Amsterdam’da Amstel Nehri üzerindeki rüya gibi evine çabuk bir uçuş mesafesindeki İstanbul yaşantısını sabırsızlıkla bekliyor. Bir milli takım hocası olarak, Liverpool ya da Juve’de yapacağı gibi sabahın sekizinde işe gitmesi de gerekmeyecek.Ama Hiddink, hoş bir yaşantıdan fazlasını istiyor. Son teknik direktörlük görevinde, uluslararası bir başarı kazanmayı hedefleyecektir. Yeterince iltifat aldı. Son on yılda Türkiye’nin kendisi olmadan bir Dünya, bir de Avrupa Yarı Finali oynadığını da biliyor. 2012’deki hedefi daha da ileri gitmek olacaktır.
''Futbol Asla Sadece Futbol Değildir'' adlı kitabın yazarı,Simon Kuper'in Newsweek Türkiye için yazdığı Hiddink makalesi...

Hiç yorum yok: