21 Eylül 2015 Pazartesi

Ali Ece'nin Gözünden Crespo

Resmi tarih, onu “Şampiyonlar Ligi’nde beş ayrı takımın formasıyla gol atan tek oyuncu” olarak hatırlatacaktı ama söz konusu Crespo olduğunda formalar, renkler o kadar küçük ayrıntılardı ki…

12 Haziran 2002 öğleni… Dünya Kupası ilk tur son maçlarından biri… Birkaç dakika önce Arjantin’in tek golünü atan ama şampiyonluğun en büyük favorilerinden birisi olarak gösterildiği takımının henüz ilk turda elenmesini engelleyemeyen Hernan Crespo’nun dünyanın en çok kazanan futbolcularından birisi olarak kendini ısrarla kasmasına rağmen o küçük futbol delisi çocuk gibi ağlamaya başlaması… Bambaşka bir andır o… Zamanın donup yarıldığı, bambaşka anlamlara yüklenerek durduğu o futbol gerçeği ile çocukluk rüyalarının iç içe geçtiği incecik çizgi…
Arjantin delisi olduğumdan değil o ana takılıp kalmam… Benim için Maradona’dan sonra Arjantin, Tito’dan sonra Yugoslavya ya da Seba’dan sonraki Beşiktaş’tan farksızdır… Crespo, ne Beşiktaş’ta ne de Liverpool’da oynamıştır… Tam aksine her zaman bir türlü sevemediğim hatta çoğu zaman açıkça nefret ettiğim takımların formasını giymiştir… Ama nasıl Redondo, Real Madrid’in en efsanevi futbolcularından birisi olmasına rağmen Barça’lıların uzun bir süre tek sevdikleri Real’li olduysa, River’lı, Lazio’lu, Inter’li, Chelsea’li Crespo Rangers’ta oynayıp Beşiktaş’a bir sürü gol atsa da bu yazdığım satırlarda en ufak bir değişiklik bile olmazdı…
Talihsiz bir çocuktur Crespo… Belki de 2002’deki o gözyaşları bu talihsizliğin dünyanın en çok kazanan profesyonel oyuncularının asla büyümeyen futbol yüreğinden sızan hayalleridir sadece… Belki de sadece o hayallerdir tek gerçekler… Kim bilir? Direk ilk 11’de oynamamasına rağmen Chelsea’nin en çok kazanan oyuncusuyken her şeyi bir kenara itip kendisini Londra’da dünyanın en yalnız insanı olarak hissettiği için takımdan ayrılmak istemesi, psikiyatri kliniklerine sığınması o gözyaşlarının en insani artçı şoklarından birisidir…
Arjantin formasıyla Maradona kadar gol atmış olması sadece bir istatistiktir Hernan Crespo için… Küçükken izlediği 1986 Dünya Kupası’nda Arjantin’in en iyi yardımcı oyuncusu olan Valdano’yla karşılaştırılıp “Valdanito” lakabına layık görülmesi de sadece bir tesellidir, Dünya Kupası’nda kendisi oynarken Arjantin ilk tura elendikten sonra…
Asıl mesele uzun süre bir başka efsanevi Arjantinli santrfor Batistuta’nın gölgesinde kalması da değildir. Eğer en iyi santrfor en çok gol atabilense, Crespo’nun da Batistuta’dan pek bir eksiği yoktur son tahlilde. Daha 18’indeyken River Plate’teki ilk sezonunda 25 maçta attığı 13 gol, onu modern zamanların golle en eş anlamlı isimlerinden birisine dönüştürürken de 20 yaşında ilk kez milli olmasına rağmen ilk golünü tam iki yıl sonra atarken de Crespo aynı Crespo’dur… O ilk günden beri, hangi formayı giyerse giysin sanki çizgi filmlerdeki maçlarda oynuyormuş gibi 90 dakika boyunca oradan oraya koşturur, kimsenin atamayacağı golü atarken de geriye koşup savunmasına yardım ederken de hep Tsubasa gibi hiç büyümeyen neşeli çocuklara özgü bir pozitif elektrik saçar. Sanki dünya futbol tarihinde bonservislerine toplamda en çok para ödenen oyuncularından birisi değil de aslında uyku vakti çoktan geçmiş olmasına rağmen oynadığı oyunla büyüklerini fazlasıyla eğlendirdiği için geç saatlere kadar onlarla oturulmasına izin verilen çocuklardan birisidir Crespo…
Yeter ki oynasın Crespo… 1993-96 yılları arasında River Plate’te olduğu gibi, 64 maçta 23 gol atmasına da gerek yok. Onun maçın başlama düdüğünden itibaren arkasından kurulan bir oyuncak futbolcu gibi koşmaya başlaması, kanatlara açılıp aniden ceza alanına kat etmesi, mesafe ne olursa olsun eğer daha müsait durumda bir arkadaşı yoksa topu kafası ya da ayağıyla kaleye şutlaması, gol atamasa bile hep en güzel golleri koklamaya devam etmesi, tüm bu endüstriyel kargaşanın ortasında can çekişen çocukluğumuzun en güzel oyununun son nefeslerinden birisi değil mi aslında?
1996’da o zamanlar Ancelotti’nin çalıştırdığı Parma’ya imza attığında, nihayet yakından izleme şansını bulmuştuk Crespo’yu. Ondan önce River’a bir Apertura bir de Libertadores şampiyonlukları getirmişti o Tsubasa’ya bile kramponunu ters giydiren goller… Sonra 1996 yazında Arjantin, Olimpiyatlar’da gümüş madalya kazanırken, gol kralı olan Crespo’nun altı golü bile bizi kesmemişti. Valdano ve Batistuta’dan beri ilk kez gol atmak bir Arjantinli forvete bu kadar yakışıyordu. Parma’daki ilk sezonunda 27 maçta 12 gol atarken Parma Serie A’yı ikinci bitirecek ama Crespo’nun aşkına gönüllerimizin tartışmasız şampiyonu olacaktı. 1999’da Galatasaray’dan bir yıl önce Parma sadece gönüllerimizin değil, UEFA Kupası’nın da şampiyonuydu. Tabii ki başrolde yine bizim adamımız Crespo vardı. O yılların güzel bir futbol filminde başka hangi genç santrfor başrole bu kadar yakışırdı ki? Marsilya karşısında maçın ilk golünü atmış, filmin perdesini açmış, 3-0’lık skorla şampiyon olan Parma’nın en iyi oyuncusu olmuştu.
Belki de biz Batistuta, Redondo misali kendilerini milli takıma almamakla tehdit eden Passarella’ya inat uzattığı saçlarıyla Led Zeppelin elemanlarına benzediği için öyle görmüştük. Ama nasıl Redondo, Passarella’ya Arjantin formasını münasip bir yerine sokmasını söylediyse, Crespo da futbol çizgi filmlerinden aramıza karışmış yüzüyle kupayı havaya kaldırıp küpelerini Passarella’ya nispet edercesine tüm dünyaya göstermişti o anda.
Tabii ki gönül isterdi Parma formasıyla 116 maçta birbirinden güzel 62 attıktan sonra Beşiktaş’a gelemeyeceği için Liverpool’a gitsin. Ama bir kez çizgi filmlerden aramıza sızmıştı Crespo ve belki de dünyayı o zaman sadece futbol topunun içindeki gizli başka bir dünyadan ibaret sandığı için o zamanın transfer rekorunu kırarak 2000’de Lazio’nun yolunu tuttu. O zamanlar Lazio’yu sevmemek için ideolojik nedenlere gerek bile yoktu… O Lazio ki Kosova’da insanlar toplu halde mezarlara gömülürken taraftarları Sırp kasabı Arkan’ın resimlerini bir kahramanmış gibi tribünlerine asmış, Mihajloviç ile beraber Arkan’ın insan taklitlerinin insanları öldürdükten sonra yaptığı tiksinç zafer işaretlerinden yapmışlardı. Belki de tüm bunlardan hiç haberi yoktu Crespo’nun… Kim bilir belki dünyada Kosova diye bir yerin olduğundan bile bihaberdi. Çünkü onun için dünya o zamanlar ceza alanından ve kale direklerinden ibaretti. Ve eğer söz konusu olan sadece paraysa bizim için 35 Milyon Pound bile Crespo’nun yanında hiçbir şeydi, bizim paramız olsa hiç düşünmeden verir onu kendi takımımıza alırdık; yine de o hangi formayı giyerse giysin, herkesten önce bizimdi.
Neyse ki 2002’de Ronaldo’nun yerini doldurmak için Inter’e gitti. Inter gönlümüzde bir Beşiktaş değildi ama en azından Lazio da değildi! 2002 Dünya Kupası’nda Ronaldo’ları, çuvalla paraları bir anda unutup birden yaz yağmuru gibi tüm futbol yüreklerini serinleten o gözyaşlarından sonra o sezonun Şampiyonlar Ligi’nde 12 maçta dokuz gol atarken; tamamen çocuklara özgü, önceden tasarlanmamış gol sevinçlerinde bizle beraber tüm dünya Crespo’nun ne kadar sevilesi bir futbolcu olduğunu bir kez daha gördü. Ligde de ilk 18 maçında yedi gole imza atmış, doludizgin devam ediyordu. Ama söz konusu olan Inter ise bu kadar iyi bir santrforun sakatlanmaması doğa kanunlarına tersti! 1997’den itibaren Ronaldo’nun başına musallat olan Inter’in Güney Amerikalı yıldızlarının sakatlanma laneti, bu kez Crespo’nun üzerine çöktü. Ama belki de 2002 Dünya Kupası’nda takımı Arjantin’in ilk turda elenmesinin yanında bireysel sakatlığı hiçbir acı ifade etmediği için bu kez ağlamadı. Dünyanın en zengin futbolcularından birisi olmasına rağmen taraftarlarına yakın olmak için Milano’nun varoşlarındaki evinde oturup iyileşene kadar Playstation oynadı.

2003 yazında Inter’den Chelsea’ye satılması gündeme geldiğinde, Christian Vieri
gazetecilere şöyle diyecekti: “Hernan Crespo’yu lütfen satmasınlar. Onun yerine beni satsınlar. O en iyi oyuncumuz, bunu sadece onun yanında oynamaktan aldığım eşsiz hissi kaybetmemek için söylemiyorum ama bir sene daha şampiyonluk görmemeye dayanabileceğimi sanmıyorum” Bizim için çizgi filmlerdeki rengârenk futbolla eş anlamlı olan Crespo, biz farkında olmadan çok büyümüş, İtalya Ligi’nde şampiyonlukla eş anlamlı olmuştu. Bunu Vieri’nin söylemiş olması ayrı bir tat, apayrı bir futbol dokusuydu.
Belki de Crespo’nun her daim çakmak çakmak gözlerinden dünyaya bakınca Chelsea’ye gitmekte yerden göğe kadar haklıydı çünkü üzerine çökmüş olan Maradona sonrası Arjantin ve Ronaldo sonrası Inter lanetlerinin gölgesinde Avrupa’da tek bir şampiyonluk dahi kazanamamış, en golcü oyuncusu olmasına rağmen Arjantin’le sürekli hayalini kurduğu başarılara sürekli teğet geçmişti. Crespo, birçok Ada yerlisinden bile daha tatlı sert ve aynı zamanda da birçok Latin futbolcudan daha ateşli güzel futbol tarzıyla kâğıt üzerine başarılı olamaması imkânsızdı.
Ama olmadı… Önce konuşacak kimseyi bulamadı Hernan… Tek iletişim kurabildiği insanlar kendi babası gibi onun yanında son derece mütevazı ve sıradan insanlar kalan elektrikçi ve televizyon tamircisiydi. Bir keresinde kendisini Londra’nın kalabalığında o kadar yalnız hissetti ki Peru asıllı tamirciyle birkaç kelime konuşabilmek için televizyonunu bilerek bozdu. Belki biz bu sefer göremedik ama birçok gün onun için 12 Haziran 2002’ydi, sahada nasıl ileride tek başına kalıyorsa, sahanın dışında daha da yalnızdı. Bizim bildiğimiz Crespo, her zamanki futbolunu oynasa İngiltere’deki tüm savunma oyuncuları soluğu psikiyatri kliniklerinde alırdı ama tam tersi oldu.
O yıllarda sadece Crespo değil, Aston Villa’lı Angel, Southampton’lı Delgado dâhil hiçbir Güney Amerikalı bu Latin oyuncuların üstündeki Ada lanetinden kurtulamamıştı. Onların futbol diye bildikleri ile dünyanın en güzel liginde oynanan futbol arasındaki benzerlik en fazla Monica Belluci ile Kate Moss arasındaki kadardı. Yine de ben asla kabul etmedim, etmem de; Crespo Ada’da başarısız olmadı! Bunu Chelsea formasıyla 31 maçta attığı 12 gole göndermede bulunarak iddia etmiyorum; bizzat Mourinho Ada’daki en büyük başarısızlığının Crespo’yu Crespo gibi oynatamamak olduğunu itiraf edecek, oyuncusunu Milan’a kiraya verdikten sonra İstanbul’daki 2005 Şampiyonlar Ligi Finali’nde kendisinin yarı finalde bir türlü gol atmayı başaramadığı Liverpool’a attığı iki golü izlerken bir kez daha günah çıkartacaktı: “Crespo-Chelsea evliliğinin yürümemesinin nedeni futbolla ilgili değildi. Crespo, Stamford Bridge’de kendisini bir futbol sahasından çok bir klasik müzik konserinde gibi hissediyordu”
Bu günah çıkartma, bir süre sonra evliliği düzeltme girişimleriyle devam etti. 2005-2006 sezonunda Crespo son derece gönülsüz olarak da olsa Chelsea’ye geri döndü. Başta kendisini çok daha futbol oynuyormuş gibi hissettiği Şampiyonlar Ligi maçları olmak üzere birçok maçta bildiğimiz Crespo oldu. Sezon sonunda Chelsea şampiyon olurken, Crespo attığı gollere rağmen hayatında ilk kez bir takımda ilk 11’de sürekli olarak kendisine yer bulamayarak Makalele, Cech ve Lampard’ın Oscar’lık performanslarının yanında sadece en iyi figüranlardan birisi oldu.
Nihayet Avrupa’da bir takımla şampiyon olmuştu ama hiç olmadığı kadar mutsuzdu!Şampiyonluktan sonra yaptığı ilk açıklamada Milan’a dönmek istediğini, Milano varoşlarındaki evinde kendisini dünyanın en mutlu insanı olarak hissettiğini söylemişti. Sanki birçok maçta yedek soyunup oturduğu yerden çuvalla para kazanan endüstriyel futbol çağının en zengin futbolcularından birisi değil de futbol aşığı Alman din bilimcisi Dorothee Sölle’nin mutluluğun tarifini yapmaya çalışırken örnek verdiği çocuktu Hernan Crespo: “Bir çocuğa mutluluğu kelimelerle açıklayamayız, en iyisi ona oynaması için bir top vermektir”
Ama Chelsea, Crespo’ya ne özlediği topu verdi ne de Milan’a sattı. Abramoviç, Crepso’nun gitmesine bir şartla izin vereceğini açıklamıştı: “Biz bu futbolcuya çuvalla para verdik ve şimdi borsa değeri daha da yükseldi. Bizden daha fazla para ödemeye hazır olan kulüp Crespo’yu alır”. Sonunda parayı verip Crespo’yu çalan Inter oldu.
Bir kez daha endüstriyel futbol çağında en fazla kumdan kaleler kadar sağlam olanhayallerimiz, yıkıldığında 2006 yılının Aralık ayında Crespo’nun başka türlü bir gerçeği ile avunacaktık. O gün kendisine Lazio ve Chelsea formalarından çok daha fazla yakışan Inter formasıyla Siena’ya attığı gol, dünyanın en zor gol atılan ligi olan Serie A’daki 125’inci golü oldu. Beş ay sonra ise Avrupa kariyerindeki 200’üncü golüne imza atacak, böylelikle toplamda oynadığı 400 maçın yarısında gol kaydetmiş olarak kendisine çok yakışan bir rekora imza atacaktı. Bunun üzerine nihayet Abramoviç bile insafa geldi ve Crespo’nun iki sezon kiralık olarak oynadığı Inter’e bonservisiyle gitmesine izin verdi.
Inter’le şampiyonluk kutlamalarına başlamadan iki gün önce Led Zeppelin saçlarını kesmiş, sanki sessizce yeni bir hayata başlayacağını bize fısıldamıştı. 12 Haziran 2002 günü, futbol oynamaktan başka hiçbir şey bilmeyen, belki de bilinçli bir şekilde bilmek istemeyen, formasının arkasında Crespo yazan o hiç büyümeyen çocuk… Son iki sezondur Genona ve Parma maçlarını izlememizin baş nedeni. Keşke bir gün buralara da gelsen, ben, sen, Tsubasa, Miyaki, Wakabayashi ve Burkay Kırca hep beraber dünyanın en güzel oyununu son bir kez oynasak! Zaten Allah geçinden versin, öbür tarafta Best seni bekliyor, cennettekilere de futbol dersi vermek için!
FFT / ALİ ECE

Hiç yorum yok: