27 Mayıs 2012 Pazar

Fatih Altaylı'nın J.Mourinho Röportajı

Kulüp yöneticiliği de yaptığım için merak ettiğim bir şey var. “Acaba teknik direktörlere gereğinden çok mu para veriyoruz?” diye düşünmüşümdür hep. Sence bir futbol takımının başarısında teknik direktörün payı yüzde kaçtır? Ya da şöyle sorayım, başarıda yönetimin payı nedir, teknik adamın payı nedir, sahadaki futbolcuların payı nedir? Sahada iyi bir takımınız yoksa; iyi, yetenekli futbolcularınız yoksa zaten hiçbir şey yapamazsınız. Yani takım önemli. En önemlisi diyebilirim. Böyle iyi bir takımı kurmak, bunları alabilmek için de iyi bir yönetim, iyi bir kulüp gerekli. Ama iyi bir yönetim, iyi bir takım kurup bu takımı organize edecek iyi bir teknik adam bulamazsa o zaman bütün bunlar hiçbir işe yaramayabilir. Hangisi daha önemli diye bir şey söyleyemem. Oran hiç veremem. Ama en önemlisi ahenk: Çekleri imzalayıp ödeyecek bir yönetim, bu paranın karşılığını verecek karakterli futbolcular ve futbolcuları doğru oynatacak, saygılarını kazanacak bir teknik direktör... İyi teknik direktörün önemiyse şurada: Gerçekten iyi bir teknik direktörseniz, sıfırdan kurduğunuz bir takımla kısa sürede başarılı olursunuz. Şanslı bir teknik direktörseniz ve iyiyseniz, iyi kurulmuş, iyi organize olmuş bir takımın başına geçersiniz...
‘ABRAMOVİCH ÇOK ZORDU’
* Seni ve Fatih’i (Terim) bir arada görmüşken sorayım. Karizmatik teknik direktörlerin kulüp yönetimleriyle daha sık ve daha fazla sorun yaşadığını düşünüyorum. Yanılıyormuyum? Özellikle de patron kulüpleriyle...
Karizmatik teknik adamların patron kulüpleriyle daha çok sorun yaşadığı doğru değil. Daha doğrusu genel olarak doğru değil. Mesela benim en rahat çalıştığım kulüp başkanı Massimo Moratti (Inter Başkanı) oldu. Adam kulübün sahibiydi. Çok güçlüydü. Takımın fanatik bir taraftarıydı. Her maça gelen, medyayla çok yakın, hep demeç veren, hep konuşan, heyecanlı bir adamdı ama onunla çok iyi anlaştım. Beni takımın başına getirdi ve hiç karışmadı. Teknik olayların içine hiç girmedi. Bir gün tek bir laf etmedi.
* Ama Abramovich’le öyle olmadı değil mi?
"Abramovich çok farklı bir karakterdi. Moratti’nin tam aksine medyayla sıfır ilişkisi vardı. Hiç konuşmaz, hiç röportaj vermez, hiç ortalıkta görünmezdi. Ama futbolu çok iyi bildiğini düşünürdü ve teknik konularda hep bir fikri, hep bir tavsiyesi vardı. Çok zordu.
* O yüzden mi kovuldunuz oradan?
“Kovulma” diyemeyiz. Karşılıklı anlaşarak ayrıldım. Bir gün dayanamayacak noktaya geldiğimde gittim dedim ki: “Bak Roman, biz iyi arkadaşız. Ama burada kalmaya devam edersem arkadaşlığımız da bitecek. En iyisi ben ayrılayım.” O da buna “Hayır” demedi. Ayrıldım.
* Kovulma değil ama boşanma. Hatta severek boşanma diyebilir miyiz?
“Boşanalım ama arkadaş kalalım” durumu. Çocukların iyiliği için! Tam öyle. Hatta şöyle diyebilirim. Yeniden evlenme ihtimalini de barındıran bir boşanma. Eğer devam etseydik yeniden evlenme ihtimalimiz de olmazdı.
‘KRİZ REAL MADRİD’E UĞRAMAZ’
* Burada Kerem Alkin lafa girdi ve HT Bloomberg Yayın Yönetmeni’nden beklenen soruyu sordu: Euro Bölgesi’ndeki ekonomik kriz Avrupa futbolunu nasıl etkileyecek? Büyük bütçelerde, sponsorluk gelirlerinde sıkıntı yaşayacak mısınız?
(Mourinho gülüyor...) Kriz Real Madrid’e uğramaz, çünkü taraftarların üzerinde duran bir kulüp. Takımın sahibi taraftarlar. Yönetim onların arasından çıkıyor. Takımı maddi olarak taraftarlar ayakta tutuyor. Müthiş bir “merchandising” operasyonları var. Dünyanın her yerinde ürün satıp büyük paralar kazanıyorlar. Sponsorluk gelirlerine zerre ihtiyaçları yok. Geçen yılki gelirleri 500 milyon Euro. Bu da fazlasıyla yetiyor. Mesela Ronaldo transferi çok büyük rakam gibi görünüyor herkese. Real Madrid içinse çerez gibi, çünkü sadece Ronaldo tişörtlerinin satışından gelen para Ronaldo transferi için ödeneni fazlasıyla karşılıyor.
* Bu sözler üzerine masadaki herkes Türkiye’deki kulüplerle Real Madrid’in bütçesini karşılaştırmaya başladı. Bana Galatasaray’ın bütçesini sordular. “5’te biri bile değil” dedim. Fatih Terim itiraz etti: “5’te biri dediği tüm kulübün bütçesi. Tüm branşlar, tüm masraflar, genel giderler dahil. Jose’nin söylediği ise sadece futbol takımının bütçesi.”
Mourinho, Terim’in bu sözlerini doğruladı. Bunun üzerine sordum: Sınırsız imkânın var ve istediğin futbolcuyu alabilirsin. Mesela bu yıl kimi alırdın?
(Yanıtı yanıt değil ama çok önemli.) Messi’yi almazdım. Ronaldo’nun yanına Messi’yi koymak, ikisini aynı takımda oynatmak iyi bir fikir olmayabilir. “Olmaz” demiyorum ama riskli. Belki birbirlerini, belki de takımın uyumunu bozarlar.
* Messi’yi almazdın anladık. Peki kimi alırdın?
"Yarın bir oyuncuyu izlemeye gidiyorum ama kim olduğunu söylemem. Şunu söyleyebilirim, Ronaldo şahane bir oyuncu. Takım oyuncusu, çok iyi huylu, çok iyi kalpli. Her teknik direktörün sahip olmayı isteyeceği bir oyuncu. O takımı seviyor, takım onu seviyor. Messi’yi, karakterini bilmiyorum. Belki o da öyledir. Ama tanımıyorum. Ronaldo her takımda oynar ve başarılı olur. Messi’yi bilmiyorum."
* Mesut Özil...
"Real Madrid’e aldığım zaman herkes şaşırdı. Şaşıracaklarını biliyordum, çünkü Real Madrid taraftarı Zidane gibi oyuncuları seviyo: Gösterişli, şov tarafı olan... Basit oynayan iyi oyunculara alışık değiller."
* Bunca yıldız oyuncuyu yönetmek, kendini kabul ettirmek zor değil mi? Bir teknik adamı, daha doğrusu seni başarıya götüren nedir?
“Karizmatik teknik adam” dediniz ya, takım söz konusu olduğu zaman karizma tam bir palavradır. Oyuncu hemen anlar. Futbolcular çok özel hayvanlardır. Müthiş bir koku alma yetenekleri vardır. Teknik direktörün iyi olup olmadığını, takımı taşıyıp taşıyamadığını hemen anlarlar. Yanlış bir oyuncu değişikliği belki kabul görür ama bu hatayı iki kere yaparsanız ve bu yüzden kaybedersiniz, futbolcunun gözünde bir anda sıfırlanırsınız. Bir teknik adam hem “motivatör” hem iyi antrenör hem iyi oyun okuyucu olmak zorunda. Hepsi birden olacak. Mesela Fatih için “Çok iyi motivatör” diyorlar. Hadi üç maç hatalı kadro yapsın, hatalı değişiklik yapsın, hatalı taktik versin bakalım “motivatör” olabilir mi? Kadroyu doğru kuracak, değişikliği yerinde yapacak, sonra da motive edecek. Bunların hepsi aynı önemde ve futbolcu bunların hepsini görüp anlar.
ÜLKEME HİZMET EDEMEDİM’
* Peki ya yıldızlar...
Galiba sizlerin yıldız anlayışıyla biz teknik direktörlerin yıldız anlayışları çok faklı. Mesela bana göre Pepe bir yıldız ama siz öyle görmezsiniz. Taraftar öyle görmez daha doğrusu. Taraftara göre yıldız orta sahadan, forvetten çıkar. Çalım atacak, gol atacak, şov yapacak adamlara yıldız diyorlar. Bize göreyse kafamızda bir takım, bir oyun planı olur ve bu plandaki yerlere en iyi oturacak adamlar yıldızlarımızdır. Bakın bir takımda sizin yıldız dediklerinizden bir tane olursa iyidir. İki tane olursa şahanedir, ama üç tane olursa sorun başlar. Dört tane olursa tam bir felakete dönüşür bu sorun. Ortada takım kalmaz. Futbol kalmaz. Oynayacak kimse almaz.
* Portekiz Milli Takımı’ndan bir teklif gelse kabul eder misin?
"Geçen sene geldi. Takım zordaydı, teknik direktörün işine son vermişlerdi. Avrupa Şampiyonası Finalleri’ne katılmak riskli hale gelmişti. “Gel” dediler. Açıkçası ben de kabul ettim. Ama Real Madrid yönetimi izin vermedi. “Maçlar çakıştığı zaman ne yapacaksın? Kafan dağılır, konsantrasyonun bozulur” dediler. Haklılardı. Bana ve takıma çok yatırım yapmışlardı. Kabul edemedim ama çok üzüldüm. Bir gün mutlaka bunu yapacağım. Çok istiyorum. Gerçekten istiyorum. Hiçbir zaman iyi bir futbolcu olamadım. Ülkeme hizmet edemedim. Ama şimdi teknik adam olarak hizmet edebilirim ve bunu yapmak istiyorum. Hem de çok istiyorum."
‘TEK UĞURUM KARIMI ARAMAK’
* Son sorumu soruyorum: Maçlardan önce veya maç sırasında bir uğurun var mı? Taktığın bir şey, söylediğin bir söz. Bir de şu meşhur palton vardı, İnter’deyken hep giydiğin. Çok güzeldi. Aradım ama bulamadım. Ne markaydı. Artık giymiyorsan bana satar mısın?
"İspanya Milano kadar soğuk olmadığı için artık palto giymiyorum. Palto nerede onu da bilmiyorum. Karım almıştı. Maçlarda bir uğurum, uğurlu eşyam falan yok. Maç öncesi veya sırasında bir ritüelim de yok. Daha doğrusu tek bir ritüelim var. Sahaya çıkmadan önce mutlaka eşimi ararım. Bana şans diler. O kadar. Uğur diyorsanız bir tek bu var: Karımı aramak.
* Bir ara peş peşe sorularım üzerine Mourinho bana dönüp “Bak hiçbir teknik direktör senin gibi bir futbolcuyla çalışmak istemez. Çok şahsi oynuyorsun. Top hep senin ayağında olsun istiyorsun. Bir çalım, bir çalım daha. Bir kaleden öbür kaleye kadar topu götürüp golü de kendin atmak istiyorsun” deyince masadan kahkahalar yükseldi. En çok gülenin Fatih Terim olduğu da gözümden kaçmadı. Teknik direktörden yediğim fırça üzerine sustum.
Konuklardan biri sordu: “Barcelona’dan teklif gelse gider misin?"
”Mourinho “Asla” dedi. Dayanamadım... Barcelona’dan nefret ediyorsun galiba! Asla. Kariyerim Barcelona’da başladı diyebilirim. Biliyorsun orada teknik direktör yardımcısıydım. Çok iyi dostlarım var o kentte. Halen görüşüyorum. Çocuğum Barcelona’da doğdu ama mümkün değil gitmem. Çünkü İspanya’ya gelmeden önce İnter ve Chelsea’yi çalıştırırken tam 12 kez Barcelona ile karşılaştık. 12 kez. Şansıma. Grupta karşılaşıyoruz, gruptan çıkıyoruz yarı finalde, finalde bir daha karşılaşıyoruz. Tam bir bela. Bu maçlarda o kadar çok gerilim yaşandı, o kadar çok söz söylendi ki, bunları unutmamız mümkün değil. Ben onlara, onlar bana. Artık Barcelona’da çalışamam.
* Çok para verseler!
"Artık paraya ihtiyacım kalmadı. Para için bir şey yapmama gerek kalmadı. Para bir etken olmaz.
‘İTALYA’DA HER ŞEY MÜBAH’
* Hocadan fırçayı yiyip yedek kulübesine çöken oyuncu gibi susunca, soru soran da pek kalmadı. Millet kendi arasında konuşmaya başladı. Bunun üzerine yine dayanamadım: Bak bana kızdın ama ben oynamayınca takımda oynamıyor. Ben yine topu alıyorum kusura bakma!
"Şaka yaptım. Tabii ki sor."
* Üç büyük futbol ülkesinde çalıştın. İtalya, İngiltere, İspanya. Sence hangisinde futbol daha futbol gibi oynanıyor? Hangisinde futbol gerçekten keyif işi?
"Keyiften ne anladığınıza bağlı ama ben en çok İtalyan usulünü sevdim. Mutlaka kazanmak için oynuyorlar. İyi oynamışsın, kötü oynamışsın fark etmiyor. Kazan yeter. Futbolcu da öyle. Canını kanını veriyor kazanmak için. 1-0 kazan ama kazan! Küçük bir takıma gidiyorsun. 80 dakika savunma yapıyorlar. Kıran kırana. 1-0 galip ol fark etmiyor. Gelmiyorlar. Kapanıyorlar. Sonra 80. dakikada saldırmaya başlıyorlar. Ancak o zaman riske giriyorlar. İtalya’da ilk maçımdı. 1-0 kazanmıştık ama kötü oynamıştık. Soyunma odasına indim. Başkan geldi, “İyi oynamadık” dedim. “Boşver iyi oyunu. Kazandık ya yeter. Üç puan cepte. Başkasına gerek yok” dedi. İngiltere ise tam tersi. 3-0 önde hâlâ atak yapıyor takımlar. Ya da 3 tane yemiş ama savunmaya çekilmiyor, yine bastırıyor. Kazanmak önemli değil iyi oynamak, keyif almak önemli. Umursamıyorlar. Teknik direktörler de rahat. İşleri garanti. İtalya’da ilk iki ayda 12 teknik direktör kovuluyor, İngiltere’de hiç kovulan yok. İspanya ise ikisinin arasında bir yerde. Hem kazanacaksın hem iyi oynayacaksın. Kazansan bile iyi futbol yoksa taraftarın ıslıklıyor.
* Biri soruyor: Ülkelerin kültürleri futbolculara nasıl yansıyor? Hangi ülkede futbolcuların kültürel seviyesi daha yüksek? (Soruyu tam anlamıyor ama çok güzel bir yanıt veriyor Mourinho.)
"Benim ülkemde, Portekiz’de bir futbolcu ceza alanında sahtekârlık yapıp kendini yere atar ve hakeme yutturursa bu iyi bir şeydir. Taraftarlar o futbolcuyu sever, alkışlar. Doğru yaptığını düşünür. İngiltere’de bir futbolcu aynı şeyi yaparsa, kendi taraftarı bile ıslıklar. İspanya’da da öyle. Sahtekârlık hoş görülmez. İtalya’daysa her şey mübahtır. Yeter ki kazan. Mesela Robin benim oyuncumken sürekli balıklama atlardı yere. Taraftar nefret etti ondan.
‘BEŞİKTAŞ'TAN DÖRDÜNCÜ KOVULAN OLMAK İSTEMEM’
* Real Madrid’le zirvedesin. Daha yukarıda bir takım yok. Bundan sonra ne yapacaksın? Ne yapsan zirveden inmiş olarak görülmeyecek misin? Eskiden olsa “Evet” derdim ama artık öyle bakmıyorum meseleye. Gittiğim her takımda belirli bir başarıya ulaştım. Dediğiniz gibi Real Madrid eğer zirve ise zirveye kadar çıktım. Bundan sonra keyif işi yaparım. Farklı iddialar ortaya koymak isterim.
* Masadaki Beşiktaşlılardan biri şöyle dedi: O zaman Beşiktaş’a gelirsiniz.
(Mourinho “Hayır” anlamında elini salladı.) Gelmem. Real Madrid’in üç eski teknik direktörü Toshack, Del Bosque ve Schuster Beşiktaş’a geldi, üçü de kovuldu. Dördüncü olmak istemem.

Hiç yorum yok: