“Futbolun Kadınları” konulu röportaj serisinin bir sonraki konuğu olacak olan FourFourTwo dergisi çalışanıHilal Gülyurt bugün 400’ün üzerinde röportaj gerçekleştirmiş futbol emekçisi. Onun hayali sürekli okuduğu FourFourTwo dergisinin genel yayın yönetmeninin altında “Banu” ismini görmesiyle başlıyor.
Pek çoklarının futbol üzerine yazdığı sayısız yazının arkasından “hayır olamaz bu kesin erkektir " diyerek varlığına inanmakta güçlük çektikleri Banu Yelkovan bu mesleğe başlayacak pek çok kadına ilham vermesinnin dışında sadece yazılarıyla değil ekranda yaptığı güzel işlerle de son dönemde adından sıklıkla söz ettiriyor. Ülkenin en çok izlenilen spor kanalında iki program birden yapacak kadar azimli.FourFourTwo gibi ülkenin en önde gelen futbol dergisinde yazı işleri müdürlüğünden genel yayın yönetmenliğine kadar her kademesinde yer almış. Radikal’de uzun zamandır futbol üzerine esaslı makaleler döşüyor. Gazetecilik mesleğinde 20 yılı devirmiş olan Banu Yelkovan ile bu mesleğe başladığı noktadan muhabbete başladık..
Üniversiteydin. Sonrasına devam edelim. Bir fotoğrafçılık işi girmiş araya..
Üniversiteye devam zorunluluğu olmadığı için neredeyse hiç gitmedim. Dersler zorlamıyordu ve ben kendi paramı kazanmak için daha birinci sınıftayken çalışmaya başladım. Babam ‘ihtiyacınız yok’ gibisinden karşı çıksa da “ruhen” çalışmaya ihtiyacımız olduğuna sonunda onu da inandırdık. Birçok part-time işte çalıştım. Fransız Ticaret Odası’nda tercüman olarak çalışırken yolum iş nedeniyle üç kez Paris'e düşmüştü. Ama fuardan otele, otelden fuara gidip gelmekten, bu güzel şehri gerçek anlamda görmek dördüncü gidişimde nasip oldu. Görür görmez büyülendim ve kendi kendime ‘bir müddet burada yaşamalıyım’ dedim. Bunu nasıl yapabilirim diye düşünürken fotoğrafçılık kursuna gitme fikri ortaya çıktı.
Memlekete geri döndün.. Futbol yazarlığı?
Part time bir sürü işte çalışıyorum. Cihangir'de birgün Smyrna Cafe'de oturuyoruz. Uğur Vardan, Yiğiter Uluğ filan var masada. Uğur, Sabah grubundan eski arkadaşım..
Yazarlık o masada başladı sanırım..
İşte biliyorlar futbola olan düşkünlüğümü. ‘Bize futbol yazsana’ dediler.. Ben okul yıllarından beri futbol meraklısıyım. L'equipe, France Football filan ne bulursak okuyorum. Ama o zamanlarda internet yeni yeni.. Avrupa Futbolu uzaklarda bir yerde oynanan bir şey gibi. Futbolu takip etmenin çaba istediği zamanlar. İşte o akşam yazsana dediler, böyle başladı.. Başlangıçta tam da anlamadım, çeviri mi yapacağım, köşe yazısı mı yazacağım? ‘Zaten okuduğun haberleri kendi üslubunda yorumla’ dediler. Peki dedim, başladım.
Aceto Balsamico’da yayınlanan Mehmet Demirkol röportajında sanırım denk gelmiştim. Onu da Yiğiter Uluğ ikna etmiş. Para azdı ama ikna kabiliyeti çok iyiydi diyor.. Sanırım aynı durum sizin için de geçerli olsa gerek..
Yiğiter iyidir. İnsanın kendisine güvenmesini sağlar. Bir işi yapacağına inanmışsa, seni ikna eder. O işi yapabileceğine neredeyse senden fazla güvenir. Senin gözünde büyüttüğün meseleyi öyle sadeleştirir ki “Tabii ya, yaparım ben bunu” diye kalkarsın yanından. Yazarlığı zaten malum ama bana sorarsan editörlüğü de inanılmazdır. Yazı gönderirsin, 1-2 yerinde düzeltme yapar, 1-2 kelimesini değiştirir ‘Bunu ben nasıl düşünememişim ki?’ diye bakakalırsın. Keza Uğur Vardan da aynı şekilde. Bu isimler benim şansım diyelim..
İlk futbol yazarlığı macerası bu şekilde başladı diyebilir miyiz?
Daha önce Uğur Vardan Aktüel'de de kadın yazarlara yazı yazdırmıştı aslında. İki tam sayfaya üç sütun, üç kadın yazara üç büyükleri yazdırmak istiyordu. Aslında ne iyi fikir, bugün bile tekrar denenebilir. Neyse.. Beşiktaş için Gülengül Altınsay.. Fenerbahçe için Selin Denizli.. Galatasaray için önce bana sordu. O dönem nedense ben istemedim, Ebru yazsın dedim, o başladı, çok da güzel oldu. Uğur Vardan kadınlara bu arenada ilk inanan insandı diyebilirim. Beni de sonradan yine ikna ettiler işte.
Gazeteciliğin mutfağından geliyorsunuz sanırım
O masadakileri öyle tanıyordum zaten. Karşılıklı dergilerde, gazetenin farklı mecralarında beraber çalıştığım arkadaşlarımdı. Kaan Kural da bilir, ben sağlık dergisinde çalışırken o karşı komşu, Fast Break’i yapıyordu. Bir gün Kaan’a, ‘Sizin çevirileri çok beğenmiyorum, ben yapayım mı?’ dedim. Bir süre sonra Sabah Grubu’nda bir dergide çalışırken, başka dergiye telifli iş yapmayı yasakladılar. Ben takma isimle devam ettim. Rahmetli yengemin ismiyle yapıyordum. Sonra annem anlattı, beş çaylarında ismiyle çıkmış çevirileri gösterip arkadaşlarını kandırıyormuş. Ev işlerinden arta kalan zamanda basketbol dergisine çeviri yapıyorum diye!..
Zaten şu “gazetecilik” de çok ayrı bir konu. Adam ömründe gazeteye gitmemiş, yazı göndermiş 20 yıl boyunca.. Oluyor duayen gazeteci.. Mutfağında ömür boyu bu işin emekçisi olmuş, kimse gazeteci diye anmaz filan..
Aynen öyle. Bu işin mutfağında yıllarını geçirdiğinde kimse bana gazeteci filan demedi. Yazar olarak başlayıp 4-4-2 dergisi dönemi hariç gazeteye uğramadan geçirdiğim yıllarda gazeteci olarak anılmaya başladım.
Uzun zamandır isminizi her yerde duyuyor, görüyoruz ama daha düne kadar iki işte birden çalışarak ancak geçiminizi sağladığınızı okumuştum, en azından bir kaç yıl öncesine kadar durum buydu sanırım.
Doğru. Görüntü öyle değil ama gerçek bu. Gazetecilikte zaten para yoktur. CNN’de bir buçuk yıl para almadan program yaptık. Gazetecilik üniversite yıllarında yapılması çok keyifli bir iştir, para almasanız da iş güzeldir. Davetiye gelir, ortamdaki insanlar çok kafa dengidir. Cebinde para olmasa da, istediğin konsere, sergiye, açılışa davetiye bulur gidersin..
Siz FourFourTwo dergisinin genel yayın yönetmeniydiniz. Nasıl oldu bu?
Ben İngiliz FourFourTwo’ya zaten yıllardır aboneydim. Dergi henüz Türkiye’ye gelmeden takip ediyordum. Sonra buraya geleceğini duydum. Başvuruda bulunmak istiyorum ama nereye gelecek, kim çıkaracak, CV mi yazsam derken öğrenemedim, olmadı. Kafadan çıkardım.. Derginin çıkacağını ilk duyduğumdan aylar sonra hiç unutmuyorum, Point Hotel’deki Eurosport gecesinde Mert Aydın’la karşılaştık. Onun genel yayın yönetmenliğinde çok güzel bir kadro oluşturulmuş ve yazı işleri müdürlüğü boşmuş. O akşam, orada Mansur Forutan, Mert Aydın, yine oradaki Uğur Vardan’ın da kulisleriyle bana teklif ettiler. Hiç düşünmeden, para mara bile konuşmadan oracıkta kabul ettim elbette.. Akabinde Mert’in işleri yoğunlaştığında, dergiye ofis mesaisi ayırmadan yazar olarak devam etmesi gibi bir durum ortaya çıkınca genel yayın yönetmeni olarak devam ettim. Muazzam bir ekip vardı. Ozan Şişli, Coşkun Çelik, Yakir Mizrahi, Mert Aydın, Barış Tekin, dışardan katkı verenler dahil, iyi bir ekip işiydi o. Çok keyifliydi.
Benim için de 2008 Nisan Messi kapağı önemlidir. İlk defa yazım böylesine güzel bir dergide yayınlandı ve hatta ilk defa futbol yazarak para kazanmıştım.
Bu meslekte en hassas olduğum konulardan biridir. Her yazının arkasında bir emek vardır, her emeğin bir karşılığı olmalıdır. Üç kuruşsa üç kuruş, beş kuruşsa beş kuruş... Dışardan aldığımız yazılara telif ödeme konusunda hassastık. Zordu ama o bütçeyi ayırmayı başarıyorduk bir şekilde.. Bunun dışında dışarıdan aldığımız yazıları da çok ince eleyip sık dokuyarak alıyorduk. Yazarları özenle seçiyorduk.
Nihayetinde ülkenin en çok satan uluslarası bir futbol dergisinde yazı işleri müdürü ve genel yayın yönetmenliği yapmak bir yana bir kadın olarak bunu başarmak önemli olsa gerek..
Futbol ve dergicilik geçmişi burada önemli sanırım. Bir şey başardım mı bilmiyorum. Ben payeyi üzerime almaktan ziyade, o dergi ekibinin özel insanlardan kurulu olduğuna inanıyorum. İyi bir ekibin ve daha da önemlisi, ekip çalışmasının olduğu yerde, sizin de bir şey başarmanız çok zor değil. Bence bizim yazı işleri toplantısı bile çok özel olurdu. İş hayatında ‘Hayal ettiğinin yüzde 60’ı olursa iyi’ derler, bence ortaya çıkan sayfalar, fikir olarak hayal ettiğimizden bile daha iyi oluyordu.
Peki o beklenen soruyu soralım: Neden Futbol?
Neden bunu Mehmet Demirkol ya da Uğur Meleke ile olan röportajda sormuyorsun?
Ayrımı ben kadın-erkek değil futbol oynamış ya da oynamamış olarak yapıyorum daha çok ama önemle belirtmeliyim ki biri diğerinden daha üstün ya da daha kötü olarak da değil.
Ben de futbol oynadım! Sonuçta onlar da profesyonel futbolcu değil, mahalleyse ben de mahallede oynadım yani.
Hadi..
Üstelik kaleci filan da değil sahanın içerisindeydim ve oldukça da hızlıydım!
O zaman başka..
Nasıl başka?
Örnek olması açısından “Estetik” olarak etkilendiğin bir golü anlatır mısın? Oynayan kesim burada çalımdan, rövaşatadan ya da saha içerisinde yetenek isteyen kimi hareketlerin eylenmesinden farklı bir haz alır, kendinden geçer. Diğerleri ise daha başka konularda kendinden geçebilir. Muazam bir üçlü sıkıştırma, doğru strateji vs gibi.. İkisinden de keyif alan olur ikisine de uzak olanlar olduğu gibi..
Golün oluşum sürecine yaklaşımımızda da, estetik anlayışımızda da, bakış açımızda da farklılıklar olabilir. İkimiz de aynı yere bakarız ama gördüklerimiz başkadır. Sürekli maçlara gittim, neden biliyor musun? Gol olduktan sonra o dönem televizyon görüntüleri kalecileri göstermiyordu, nasıl sevindiklerini, hangi arkadaşlarının onları hatırlayıp gol sevincinin bir parçası yaptığı ya da tek başlarına olsa da sevinip sevinmediklerini görmek için tribüne gitmeye başladım. Devre arasında krampon değiştiren olmuş mu diye bile bakarım biliyor musun? Değiştiren demek ki ilk yarıdaki oyunundan memnun değil diye düşünürüm..
Oldukça ilginç..
Sadece maçlara da değil, idmanlara da aynı şekilde büyük merakım vardır. Artık eskisi kadar gidemesem de, zaten çoğu kapalı artık idmanların, idmana gitmeyi çok severim. İdmandaki çalışmasına bakıp, bir futbolcuya olan bakışım değişebilir. Ciddi mi, dalgacı mı? Neşeli mi, suratsız mı? Arkadaşlarıyla iletişimi nasıl? Hatta daha da abartayım, futbolcuların çocuklarla fotoğraf çektirirken ne yaptıkları bile bence bir gösterge! Kimi mesela, çocuğa doğru hafifçe eğiliyor, kimi sırık gibi, bir an evvel çeksinler fotoğrafı da gideyim havalarında bekliyor, kimi ise çocuğun seviyesine inmek için yere çömeliyor. Bu şekilde iletişim kuranlar favorim. Hele bir de bunu gülümseyerek yapıyorlarsa! O günde 30 kişiyle fotoğraf çektiriyor olabilir ama o çocuğun hayatının en önemli anı bu. Sübjektifse sübjektif diyebilirsiniz, herkes istediğini düşünmekte özgür, ben çocuklara iyi davrananların kötü insanlar olmadığına inanıyorum.
(Aras'ın idman sonrası çizimleri..)
En son, o olaylı 1 Mayıs günü, her yer kapalıyken nasıl becerdiğimizi hala anlayamıyorum ama oğlumu Galatasaray antrenmanına götürmeyi başardım. O antrenmanda dikkatimi çeken iki oyuncu oldu: İlki Eboue. İnanılmaz bir iç ritimle çalışıyor. O antremanın başındaki klasik ve hafif sıkıcı ısınma hareketlerini bile, sanki sadece kendisinin duyduğu bir müzikle dans ediyormuş gibi ritmik bir şekilde yapıyor. Maçlarda dikkatimi çekmemişti ama idmanlardaki görüntüsünden sonra saha içerisinde ona daha fazla bakmaya başladım, maç içerisinde de o ritmi var mı diye? Genel bir prensip olarak, keyifle işini yapan herkesi takdir ediyorum. İkincisi de Elmander. Gol krallığından müzmin yedekliğe geçiş yapsa da idmandaki belki de en ciddi futbolcuydu. Zaten Alman ve İskandinav disiplinini oldum olası takdir etmişimdir. Antrenör olsam, takımımda kesin bir İsveçli, Norveçli ve defansta ya da orta sahada bir Alman kesin olurdu.
Bugün mesleğe sıfırdan başlayacak yaşta olsam, kesin muhabir olurdum. Estetik? Her insanın farklı algıları ve estetik anlayışı var. Futbol çok geniş bir alan ve çok fazla ayrıntısı var. İnsan okulda üç bilinmeyenli denklem çözerken zorlanıyor, bu kadar bilinmeyenli bir denklemi nasıl çözelim? Ama bu işin zevki aynı zamanda. Aynı şeye bakıp farklı ayrıntılardan keyif almak futbolun zenginiği.
Ben de tam oradayım işte. Kadınların futbola bakışı farklı ve bu zenginleştiriyor, kısırlaştırmıyor. Aynılaştırma çabası da çok anlamsız. O bakışa her anlamda ihtiyacı var futbolun. Daha kötü ya da daha iyi de olmadığı gibi.. Bilmek ya da bilmemek gibi kısır tartışmalar hiç değil.
Üstelik erkekler için futbolu bilmek daha çok “hatırlamak” ile eş anlamlı olmuş durumda. Ne kadar çok hatırlar ve detaylandırırsa, futbolu o kadar iyi biliyora kadar geliyor iş. Oysa bu bir yerde bilgiyi ifşa etse de aslında futbol tutkusuna dair bir veri. Mesela Yenilsen de Yensen de’ye Hasan Şaş konuk olmuştu. Oradaki bizim taraftar çocuklar onun bir maçtaki pozisyonundan bahsederken Hasan hatırlamıyordu bile. YDYD’ye konuk olan çoğu taraftar en ufak ayrıntıya kadar golleri, futbolcuları, tarihleri biliyor. Onun tutkusu o şekilde vücut bulmuş. Ama aynı maça gidip, yan yana seyredip, bambaşka anılar yaratabilir insan..
Maç yazısı yazmıyorsun fazla..
Biraz da bilinçli olarak yazmıyorum.
Zamana ayak uydurmalıyız diye düşünüyorum. Geçmişte insanların büyük bir kısmının maçları izleme şansı yoktu. Gazetelerde gollerin resimli tasvirleri yer alır, pozisyonlar ayrıntılarıyla köşelerde anlatırdı ama artık bir golün atıldıktan 15 saniye sonra internette milyon kez izleyebileceğiniz şekilde görüntüsü mevcut. Dolayısıyla bugün maç analizine hala ihtiyaç olabilir ama gördüğümüzün tasviri olarak değil, daha başka şekilde. Ben baştan beri hikaye odaklıyım. Farklı bilgileri karıştırarak, futbola farklı bakış açıları sunma derdindeyim. Yazmak istesem yazarım. Gazetede yazmak zorunda değilim ki? Açarım bir blog, oraya yazarım. Yazmak öyle bir eylemdir. İçinden geliyorsa engelleyemezsin. Okunsun dye yazmazsın, başka türlüsünü bilmediğin için yazarsın. Ha okunursa, sevinirsin, o ayrı.
Hasan Şaş’ın anlattığı bir başka hikaye de oldukça iyiydi. Fenerbahçe derbisinde bir korner organizasyonunda Galatasaray golü yiyor. O zaman teknik direktör Lucescu. Bütün spor programlarında Rumen teknik adam yerden yere vuruluyor, artık klasikleşmiş bu duran top organizasyonunu Lucescu nasıl analiz edemez diyerek. Hasan Şaş programda, ‘Lucescu bütün hafta bana bu yenilen golün pozisyonunu özel olarak çalıştırdı. Korner olunca, defanstan şu adam gelecek, şuralarda yer tutacak, kendini unutturacak vs.. Korner olunca ben onu unuttum, golü yedik... Pozisyonun ağır çekim tekrarında Lucescu’nun kenardan ‘Hasaaan.. Hasaaaan..’ diye seslenişi görülebilir’. E şimdi pozisyonun içindeki oyuncu bu şekilde anlatırken, Lucescu’nun ekranlarda yerden yere vurulması suretiyle yapılan ‘maç analizini’ nasıl ciddiye alacağız?
Doğru hikayelerle futboldan nefret ettiğini zanneden kadınların bile ilgisini çekebilirsiniz. Kiev’de Avrupa Şampiyonası’na basın gezisiyle gittik.. Sadece kadın gazeteciler olarak!
Bu devirde başkası zor zaten..
Bilemem!.. Neyse.. Maça giderken, zaten 10 dakika filan sürdü yol, onlara çok basit şeyler anlattım. Kulüp takımı ile milli takım arasındaki farkları, bazı milli takımların kendilerine has özellikleri olduğunu, filan.. Seyredeceğimiz maç da İngiltere-İtalya çeyrek finali bu arada.. İtalya maçına gittiğimizi, onların geleneksel olarak savunma uzmanı olduklarını, maç muhtemelen golsüz bitip uzatmalara gideceği gole endeksli olmamalarını ama bakılacak diğer ayrıntıları.. Mesela İtalyanlarda topu kim alırsa alsın nasıl Pirlo’yu arayacağını, Prandelli’nin hikayesini, eşinin kanserden vefatını ve hastalık ilk ortaya çıktığında eşiyle ilgilenmek için sözleşme imzaladıktan bir gün sonra Roma’yı bırakışını.. Nihayetinde golsüz biten maç, uzatmaya kaldığında neredeyse sevinç çığlıkları atacaktık.. Golsüz bir maçtan inanılmaz keyif aldılar. Bazıları hayatlarında ilk defa maç seyrediyordu, bazıları futboldan nefret ettiğini zannediyordu!.. Ve bunların hepsi futbol!
Yazarlıkla yorumculuk bambaşka iki iş. Yazarlık bana göre kendi üslubunu yaratmaktır. Adını kapattığımızda, o yazıyı kimin yazdığını anlayabiliyorsan, bir üsluptan bahsedebiliriz.
Kimin yazılarını tanıyorsunuz?
Tanıl Bora’nın yazılarını hemen tanıyorum mesela.
Bir benzeri olmadığı için belki de..
Keza Bağış’ın da.. Uğur Meleke’yi de.. Mehmet Demirkol’un analitik zekasını çok beğenirim. İyi bir yorumcu ama çok iyi de bir yazar. İkisinin aynı kişide buluşması zannedildiği kadar kolay değil. Bülent Timurlenk çok eski arkadaşım. ‘Aceto’ üslubunu severim. Yiğiter Uluğ’u, Uğur Vardan’ı da beğenirim.. Kardeşim diye söylemiyorum, bence Ebru’nun da kalemi iyidir. Ali Ece’nin benzetmeleri mesela, yine kendisine hastır. Yeni jenerasyondan sen, İnan Özdemir, Çetin Cem, Caner Eler.. Bu liste uzar gider. Saymadıklarım alınmasınlar, unutkanlığıma versinler.
Futboldan gelenlerin de taktiksel açıdan bize mutlaka katacağı şeyler vardır ama Michael Owen’ın Türk şubesine henüz rastlamadık. Aslında belki biraz Feyyaz Uçar. Futbol birbirlerine benzemez pek çok parçası olan bütün aslında. Kim neresinden nasıl tutuyor ve nasıl bir dünya oluşturuyor, mesele daha çok bu
İşin daha da ilginç olan tarafı şu: Taktiksel açıdan donanımlı olanlar ister spor yazarlığı isterse de teknik direktörler olsun sıklıkla futbolculuk geçmişi olmayan insanlardır. Bugün Sacchi’den Rangick ve Mourinho’ya kadar taktisyenliği ile ön plana çıkmış teknik direktörler futboldan gelmiyorlar. Keza yorumcular açısından da aynı şekilde..
Doğru söylüyorsun.. Üstelik profesyonel futbolculuk geçmişi olmayanların ya da pek çok kadının diğerlerine nazaran daha objektif yaklaşım gösterme şansına da sahip olduğunu düşünüyorum. 10 yıl boyunca orta saha olarak oynamış futbolcunun artık bazı ön kabulleri ve değişmezleri oluyor, değerlendirme aşamasında bunlar sorun çıkarabilir.
Peki karizmatik bulup etkilendiğin futbolcular?
Zidane. Benim için onun yeri ayrı. Keza Cantona.. Aras’ın baş ucuna ben beş tane futbolcu posteri astım. Maradona, George Best, Cantona, Cruyff ve Sokrates...Bunlardan ikisi öldü, ikisiyle tanıştım, kaldı Maradona.. Ya benimle tanışacak ya da..;)
Yakın zamanda seni gördü gördü.. Ya da..
Kendisi bilir valla(Gülüyor) Burada eksik olan Zidane. Onun diğerleri gibi çocuğa bile anlattığında etkilenecek bir ‘hikayesi’ yok, onu seyrederek anlayabilir. Futbolu o gözle seyretmeye başladığında, kendisi anlasın. Bu arada Zidane’la da tanıştım ama röportaj yapamadım. İçimde ukde kalmıştır. Onu ayrı severim. Diğerlerinden farkı bence liderlik biçimiydi. Sessiz ve sakin olmasına rağmen işbilirliği ve karizmasıyla öne çıkıyordu. Bu tarz insanları genel olarak severim zaten.
İlkay’ın Dortmund’daki lakabıdır o: “Sessiz Lider”
Ona daha yakından bakmam gerek o zaman..
Cruyff ve Cantona ile tanıştım ve beni yanıltmadılar. Cantona’nın naif bir espri anlayışı vardı, inanılmaz etkileyiciydi de. İstanbul’da ona eşlik ederken öyle bir yürüyüşü vardı ki tanımasan bile bu kim diye döner bakarsın, öyle dimdik kral gibi yürüyordu.. Ama öte yandan yanına yaklaşıp imza ve fotoğraf isteyen hiç kimseyi reddetmedi. 2.5 gün beraberdik.. Ve yanına gelen kimseyi geri çevirdiğini görmedim. Ha bunu yaparken gülmedi, sempatiklik yapmadı ama onun tarzı bu zaten..
Cruyff’la da tanıştın sanırım..
O daha da komik oldu aslında. Laureus Spor Ödülleri gecesinde Londra’da tanıştık. Sohbet arasında, ‘Yakında ülkenize geleceğim’ dedi. Bir avukatlık firmasının kutlamasına davetliymiş. Birkaç kere tekrar ettirsek de, artık onun telaffuzu mu, bizim anlayışımızın kıtlığı mı bilemiyorum, bir türlü şirketin adını anlayamadık. Birden yine o gecenin konukları arasındaki Türk avukat kız arkadaşımızdan yardım istemeyi akıl ettik. Sağolsun yanımıza geldi. Önce koskoca Cruyff’a, ‘Merhaba siz avukat mısınız?’ diye sordu. Adamcağız hiç bozmadan, “Hayır, ben eski futbolcuyum” diye yanıtladı. Neyse onun aracılığıyla firmanın adını öğrendik, gerçi Cruyff sonradan gelmedi o geceye ama neyse, biraz sohbet ettik. Bir noktada artık bu geceden bir anı kalsın diye, fotoğraf çekelim diye makinayı çıkardık. Rozi, ‘Aaa harika bir fikir’ diye makinayı aldı ve gecenin anısını çeksin diye Cruyff’a uzattı!... Grubun geri kalanının önce donakaldığı, sonra Cruyff dahil gülme krizine girdiği andı. Rozi hala, ‘Ne oldu? Niye gülüyorsunuz?’ diye soruyordu.
Yok artık..
Biz engellemesek Cruyff elini uzatmış, makinayı alıyordu. Bağış o günden bu yana hep, ‘Eğer Cruyff kibirli değilse kimsenin kibrli olmaya hakkı yok’ der..
Futbolcu olsan kimin yerinde olmak isterdin sorusunun cevabı sanırım belli.
İnan bunu hiç düşünmedim ama sanırım Zidane..
Peki zamanında herkes gibi sen de bir futbolcuya mutlaka aşık olmuşsundur..
Dönem dönem oldu. Cevat Prekazi mesela.. Çok sever, bayılırdık.. Metin Tekin’i de beğenirdi bizim jenerasyonun tamamı.. Ama sadece dış görünüşe indirme bunu. Bu röportajda çok adı geçti ama bir kez daha geçsin, sorun yok mesela Zidane da bana göre yakışıklı adamdır mesela.. hangi erkek Zidane için yakışıklı der ama biz kadınlar başka detaylara bakarız işte.. O dönem topçularından Arif Kocabıyık vardı mesela, o da çok şirin adamdı..
Hadi bee!
Biz Florya’da oturuyoruz ya, her idmana giderdik.. Özellikle yazları idman kaçırmazdık. Arif Kocabıyık da idmanın neşesi.. sabah bir bakarsın, bu tesislere camdan giriyor.. Bir bakarsın ceza yemiş tek başına antrenman yapıyor. Burnu havada bir tip değildi, biz küçücük kızlarla bile arkadaşı gibi sohbet ederdi.. O bize “N’aber kızlar?” diyor, biz ‘Yine mi ceza aldın?”. “Aldık yine, koşturuyoruz böyle” diye espriye vururdu. Bugün bir düşünsene, tek başına ceza idmanı yapan bir futbolcunun idmanı seyredenlerle böyle sohbet ettiğini?
Etkilendiğin teknik direktör?
Benim olayım zaten teknik direktörler. Asıl merakım onlar. Ama şahsen tanıştıklarımdan soruyorsan Tigana diyebilirim. Bir gün başka bir futbolcuyla röportaj yapmak için Çilekli’ye gittim. Karşılaştığımızda kendisiyle de röportaj yapmak istediğimizi söyledim. Kendinden çok emin şekilde: “Benimle röportaj yapamayacaksınız” dedi. Anlatıyorum işte, FourFourTwo falan filan.. ‘Prensiben röportaj yapmam’ dedi. Adeti değilmiş: “Ne zaman benim bir gazetede röportajım çıkar, söz, ikinci röportajımı sizinle yapacağım” dedi. Ülkeyi tanımadığı için böyle büyük konuşuyordu. Sonunda beklediğim oldu. Başkan ya da yönetim kurulundan kendisine bir büyük gazetede röportaj ‘yaptırıldı’. Ben de bir hafta filan sonra, başka bir futbolcu röportajı için yine tesislere gittim. Tigana beni görür görmez yanıma geldi. “Ne zaman geliyorsun röportaja” dedi. İnanamadım. Ben ona değil, o bana geldi, hatırlatma gereği dahi duymadım. Konuyla ilgili şaşkınlığım hala geçmiş değil (gülüyor)
Güzelmiş. Yerlilerden unutamadığın bir ayrıntı var mı?
Cihan Haspolatlı’nın bir tavrı benim için oldukça yeniydi. Röportaj sonrası konuşurken, karşı çıkacağını düşündüğüm bir şey söyledim, “Bilmiyorum” dedi. Şimdi Türk Futbol ailesinde bir konuyla ilgili ‘Bilmiyorum’ yanıtı veren kaç kişi bulabilirsin? Yetmezmiş gibi şöyle devam etti: ‘Bir şey hakkında fkir sahibi olmam için o şeyi bilmem, tanımam gerekir. Mesela Picasso’yu sevip sevmediğimi bilmiyordum, sergisi gelince gittim gördüm. Ve bugün diyebilirim ki “Ben onun tarzını sevmiyorum”.
Bizde iktidar sarhoşluğu var. Bir yere gelmiş insanlar dünyanın bütün konuları hakkında ahkam kesme hakkını kendilerinde görüyorlar sanki. Bu yüzden mütevazı ve önyargısız duruşlar bence çok şık duruyor, ben seviyorum bu yaklaşımları. Keza şimdi ismini vermeyeyim ama eski yıldız bir futbolcu ile çocuklarla ilgili bir çalışmada beraberdim. O çocuklarla “gerçekten” ilgilenmeyişi moralimi bozmuştu. Bir diğeri çocuk seçmelerinde söyleşiye geliyor, takım elbiseyle!.. ya giy eşofmanlarını, iki top çevir, hayat boyu anlatsınlar, ne olur? Yok!
Yine iyilere örnek olması açısından Tayfun Korkut’un iki röportajını okudum ve şu anda birisiyle röportaj yapacak olsam sanırım onunla olurdu. Kendisini geliştirmiş, oldukça ilginç karakter. Söyledikleri çok dolu doluydu. Keza yine Önder Özen. Kısa sürede yorumculukta fark yarattı. Çok bilgili ve aynı zamanda çevresindekilerin düşünceleriyle de ilgilenen biri. İnşallah Beşiktaş’ta istediklerini yapabilir, çok başarılı olur.
Son olarak yabancı sınırı hakkında ne düşünürsün?
Yabancı sınırlamasının gereksiz olduğunu düşünüyorum. Kriterleri doğru koyarsan Türk Futbolu’na ya da oyuncu yetişmesine engel teşkil etmez. Şu andaki durum ortalama yerlilerin piyasasını arttırıyor sadece ve genç yeni oyuncu yine çıkmıyor? Bizim sorunumuz altyapıdan oyuncu çıkmayışı. Peki bu yaptırım kulüpleri altyapı çalışmasına itiyor mu? Yoksa şu haliyle kötüye forma vermekten başka bir yararı oluyor mu?
Bu yasak, belki milli takımda oynayacak oyuncunun daha fazla maç yapmasına olanak sağlayacak ama nihayetinde o futbolcunun kendini geliştirmesi sadece oynayarak değil. İyi rekabet de oyuncuyu geliştiren bir şeydir. Aklıma hemen Stumpf-Bülent Korkmaz, Hagi-Emre, daha yakın zamanda Ujfaluji-Semih ilişkileri geliyor. İyi yabancı futbolcular, genç oyuncular için oynamasının önünde bir tehdit değil, tam tersi daha iyi oynaması, daha verimli bir kariyer için bir avantaj da olabilir. Ama dediğim gibi mesele, hem gelecek yabancı oyuncular için, hem altyapı konusunda doğru kriterleri koymakta. Gelecek yabancılar şu özelliklerde olmalı, takımlarda altyapıdan şu sayıda oyuncu ‘oynaması’ zorunlu dersin, olayı çözersin.