Bülent Timurlenk'ten arşivlik mühtiş yazı...
"Tarabya'da Dolce Vita diye bir gece kulübü vardı. Biz de her akşam oraya takılıyor, orada içiyor eğleniyoruz. Mekan zula yerde, gazeteciler falan kimse bilmiyor, önceleri haftada bir gün gitmeye başladık. Sonra hemen hemen her gece takıldık, ben, Yaşar, Erdoğan, keyfimiz kıyaktı. Bir gece yine sabahladık Dolce Vita'da, ertesi sabah antrenmana gittik, tabii biz zomuz, birkaç saatlik uyku, daha ayılamamışız, esniyoruz. O sırada soyunma odasına toprağı bol olsun teknik direktör Stankoviç girdi ve 'Ohh Mamma mia mia dolce vita' dedi. Ben tabii şok oldum, döndüm Yaşarlara 'Bu hoca nereden öğrendi lan bu Dolce Vita gece kulübüne takıldığımızı, hani lan kimse bilmiyordu, mekan zulaydı' dedim. Yaşar 'Bu yoksa bizi mi takip ediyor?' dedi, o arada Stankoviç bizim bir işler karıştırdığımızı anladı, üstümüze geldi biz de öttük. Meğerse Dolce Vita, tatlı hayat anlamına geliyormuş. Adamın bir şeyden haberi yokmuş, bizi uykusuz görünce 'O tatlı hayat, dolce vita, İstanbul ne güzel' diye takılmak istemiş. Ben nereden bileyim dolce vitayı, biz sadece bizim takıldığımız mekan sanıyoruz, öyle bir enayilik yapıp, yakalanmıştık." Yıllar sonra o günleri böyle anlatmıştı Arif Kocabıyık. Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük yeteneklerini sıralasak ilk beşten hiç düşmeyecek sambacı görünümlü bu kadife ayaklı adam, kariyerinde spor sayfalarından daha çok magazin sayfalarında manşet olmayı başardı. Mehtap Ar ile yıllarca süren fırtınalı aşkı, gece kulüplerinin değişmez müdavimi ve her yakalandığında artık "uslandım" diyen ama eninde sonunda gecenin karanlığında kaybolan bir futbol figürüydü o. Futboldan milyon dolarların kazanılmadığı, tribünlere açık büfelerin kurulmadığı, kaşar ekmek ayranlı yılların kahramanlarındandı. Yıllar sonra bu hikayeyi, İzmir'de damacana su sattığı dükkanında oturduğu günlerde anlattı... Geçen hafta yine futbolu eksik ama magazini bol bir derbiyle geçirdik. Teri soğumadan kendini İstanbul'un karanlıklarına atan Gökhan Töre'yi bu kez paparazziler değil omuzuna saplanan kurşunlar taşıdı gazete manşetlerine. Oynadığı futbolla ya da yeteneğiyle bir kez olsun gazetelerin birinci sayfasının göbeğine manşet olamayan, kusura bakmasın pek de olamayacak görünen, bu genç adam, idmana beş saat kala, gün ağırırken, hayatının belki de en keskin virajını döndü. Altı kişinin kurşunlandığı, onca futbolcu basketbolcunun olduğu gece kulübünde yaşananlar, kulüp yöneticileri tarafından "Unutturmalıyız. Şampiyonlar Ligi hedefimiz var" denilerek üzerine örtüldü. Nasıl olmuşsa bir kurşun gecenin karanlığında sekmiş ve altı kişi ölümden dönmüştü. Örttüler çünkü örtmeseler, en çok kendileri üşürdü. En başta da kulübün sportif direktörü, işi futbolculara profesyonelce yaşamayı öğretmek, gerektiğinde uyarmak ve 111 yıllık camiada sporcu olmanın sorumluluğunu hatırlatmak olan Önder Özen... Yetenek futbolda sadece bir tren biletidir. Hangi istasyonda ineceğinize karar veren ise akıtılan ter ve hayatın en güzel yıllarında adı profesyonel yaşamak olan yapılan fedakarlıklardır. Sahadaki 90 dakika sadece bir vitrin. Yediğinden içtiğine, takımla idmanından, eksiğini kapattığın bireysel antrenmanına, düzenli uykudan, alkolün kenarından geçmeyen bir hayata. Büyük yük gibi görünür ama gerçek olan futbolcu olmasa ayda kazanacakları parayı yeri geldiğinde bir gece kulübünde iki saatlik eğlencenin adisyonu olarak veren bu insanların yoldan çıktıklarında yanlarında ne o derin bakışlı sarışınlar kalır ne de işi sadece futbolcu kankası olmak olan o garip insanlar sürüsü... Raul ile 15 yıl Santiago Bernabeu'yu ayağa kaldıran Guti gün geldi Arnavutköy'de ters yola girip bir İETT otobüsüne çarptı. George Best artık bu dünyada değil ve sevenleri onun "1969'da içki ve kadınları bıraktım. Hayatımın en kötü 20 dakikasıydı" sözüne gülümsüyor şimdi. Sergen Yalçın, Bayern Münih'te de oynardı, Real Madrid'de de ama Siirt Jetpa'da oynamak zorunda kaldı. Colin Kazım, İngiltere'de seçilmiş genç yetenekti, İstanbul onu 'Kelepçeli Kazım' yaptı. Sercan Yıldırım, Manchester United'ın beğendiği genç bir yıldızdı. Gecenin karanlığında hız denemeleri yapan ve bunu beş saniyelik videolarla sosyal medyada paylaşan bir kaybedene dönüştü. Pascal Nouma denildiğinde akla gelen ilk tezahürat "Nouma bizi diskoya götür".İkisi de telefon kulübesinde üç kişiye çalım atabilecek kadar yetenekliydi, ama gecenin yorgunluğu ayaklarında derman bırakmadı. Hakan Tecimer ve Yusuf Şimşek yapabileceklerinin yarısını bile yapamadılar. Adriano geride kalan 10 yılın en büyük golcüsü olabilirdi ama o Milano günlerinde evinde değil gece kulüplerinde sabahlamayı tercih etti ve sayısını kendisinin de unuttuğu kulüplerin en sonuncusundan geçen hafta iki gün idmana gelmediği için kovuldu. Batuhan Karadeniz 16 yaşından beri kendini büyük golcü sanıyor ama takımın kamp yaptığı otelden gece yarısı gece kulübüne firar edecek kadar sorumsuz. Gascoigne, Lampard ve Gerrard'dan daha yetenekliydi ama kahvaltıyı birayla yapmasa iyiydi... İlhan Mansız, yerli Beckham'dı ama koltuk değnekleriyle Reina'ya gitmeyi tercih etti. Tony Adams, Arsene Wenger elinden tutmasa Londra'nın bir köşesinde alkolik olarak hayatına devam edecekti. Maradona ve Ronaldinho, idmanda alkol koktukları için Barcelona'da kapının önüne koyuldular. Ümit Karan şık golcüydü ama Frame diye bir gece kulübü açıp, içtiğini bedavaya getirdi... Okan Koç kanatlarda fırtına gibi esebilirdi, bir gece trafikte iki araç ötede olduğunu gören Sinan Engin kendisini cepten aradığında "Evdeyim abicim" dedi ve bitti. Elbette ki say say bitmez promili yüksek adamlar. Futbol tarihi diyor ki: O yeteneğinle bindiğin trenden gideceğin yer -tut ki 30'ların ikinci yarısındaki- son istasyonsa; gecenin karanlığı seni öyle bir yerde indirir ki, sonrası yürü yürü bitmez. Üstelik de tek başına. O zaman o kankalarını hiç arama, telefonu açmaz, meşgule alırlar... Sarışınlar ise artık kızıldır zaten...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder