28 Ekim 2009 Çarşamba
Maçtan Geriye Kalanlar # 4
Herkes sebebin psikolojik olduğunu söylüyor. Galatasaray’ın psikolojisinin maçı kazanmak zorunda olan bir takımın psikolojisi olduğu. Psikolojik olarak hangisi büyüktür acaba? 10 yıldır kazanamamış ve kazanmak zorunda olmak mı? 10 yıldır kaybetmemiş ve kaybetmemek zorunda olmak mı? Bana ikincisi gibi görünüyor, maçtan sonra, ‘Bizim için ligin en kolay maçı, hiç heyecanlanmadık’ havasında olsalar da maç öncesi gayet stresli ve “O maç, bu maç mı?” endişesinde olan taraf Fenerbahçeliler. Hayır çok normal olsa, o zaman maçtan sonra statta dünya kupası kazanmış tadında kutlamalar yapmak yerine olağan şekilde eve gitmeleri gerekmez mi? Neyse, konu bu değil.Galatasaray’ın psikolojisiBana sorarsanız Galatasaray’ın Şükrü Saracoğlu’ndaki maç psikolojisi ‘maçı kazanmak zorunda olan bir takımın’ psikolojisi değil, maça ‘2-0 mağlup başlamış br takımın psikolojisi’. Maç sonrası Rijkaard basın toplantısında ne diyor? Maçta sol tarafta kanatta rakibi zorlayacak bir oyuncuya ihtiyaç duydukları için Arda’yı değiştirdiklerini belirterek: ‘’Çünkü Arda başka yerlere gelip top almaya başladı. Ondan sonra Kewell’ın girmesi takıma olumlu oldu, ancak bu uzun sürmedi Keita anlamsız bir harekette kendini attırdı.”. İşte maçın psikolojisi asıl bu! Bizim ‘milli hasletimiz’. İşler iyi gitmeyince maçtan önce konuşulanları, tekniği taktiği, her şeyi unutarak ‘kahramanlığa soyunmak’. Takımı, sporu, branşı fark etmiyor. Basketse adı Hidayet oluyor, futbolsa Arda, Nihat, Tuncay... Odalarını kendileri yerine anneleri toplamış, ödevlerini babaları yapmış, sofrayı ablaları kurmuş, bulaşığı yengeleri yıkamış çocuklar bunlar. Evden ‘Aman üşütme, sıkı giyin, terli terli su içme’ diye uğurlanmışlar. 20 yaşında sokağa çıkarken! Her şeyi hep ya başkaları düşünmüş, ya başkaları yapmış onların yerine. Onlara düşense ‘yardım ettiklerinde’ övülmek olmuş. Sağol yavrum ellerin dert görmesin. Ne yapmış? Tabağını mutfağa getirmiş, ay ay ay... Sonra bir de kahramanlık öyküleri anlatmışız onlara: “Düşmanlar dört yanı sardı. Halk korku içindeydi, sonra köyden bir efe çıktı, hepsini yendi, köylüleri kurtardı. Sonra Malkoçoğlu geldi, Bizanslılarla savaştı, hepsini yendi, Osmanlı’yı kurtardı. Sonra Karaoğlan geldi. Sonra Yüzbaşı Volkan geldi. Sonra Atatürk geldi...” Kafalarındaki kahraman, iş başa düşünce sorumluluğu alan, düşmanlarca kahramanca savaşan ve sonunda hepsini yenen bir model. Kahramanımızın bolca düşmanı var ama dostu yok, takım arkadaşları yok, kendinden başka güveneceği hiç kimse yok. Çıkıyor, savaşıyor tek tabanca, kazanıyor ya da savaşırken ölüyor (kırmızı kart görüyor). Ya da ikinci model, sorumluluğu ‘başkasının’ almasını bekliyor. Her zaman öyle oldu çünkü.Şimdi Rijkaard söylüyor ama zamanında Gerets söylemişti, Lucescu söylemişti, Tigana söylemişti: “Türk futbolcusu stres anlarında, takım mağlup durumdayken her şeyi unutuyor. Görev yerini boşaltıyor. Başkasının işini de yapmaya çalışıyor. Ama bu defa rakip onun boşalttığı alandan daha etkili geliyor ve fark büyüyor.”Ken Loach’un harika filmi ‘Eric’i Ararken’de asıl kahraman Eric’in en çaresiz olduğu anda gelip ne diyor ona Cantona? “Her zaman düşündüğünden daha fazla olasılığın vardır. Çok sıkıştığın zamanlarda takım arkadaşların olduğunu unutma. Onlar senin takım arkadaşların, onlara güven”. Biz ne diyoruz? Senin senden başka dostun yok. Kendinden başka kimseye güvenme.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder